--SİTEMİZE HOŞGELDİNİZ--Berekekoyu---www.koyumbereke.tr.gg
  Hançerdeki Parmak İzleri (Selcan Taşçı)
 

                                                                                                                                 

24 Bölümlük çok güzel bir yazı dizisi....

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (1)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
BAŞLARKEN...
Kim ne kadar farkında veya kimin ne kadar umurunda bilemiyorum ama gelecekte her birimiz için sayfalar hatta ciltler ayrılmış olacak tarih kitaplarında; 
Öyle günlerden geçiyoruz.
Kimi devletlerin/imparatorlukların “kuruluş” devri, kimilerinin “parçalanma” ve “çöküşleri” yaşanıyor gözümüzün önünde;
İdeolojiler güncelleniyor... Dinler dönüştürülüyor... Devletler “formatlanıyor”... Sınırlar değişiyor; 
Ve rejimler... 
 “Saltanat”lar el değiştiriyor.
Öyle ya da böyle, biz de müdahiliz bu sürece; Kimimiz sessizliğimizle, kimimiz direnişimizle, kimimiz didinişimizle... Ama illa ki, “Yeni Türkiye”nin, “Yeni Orta Doğu”nun, “Yeni Balkanlar”ın, “Yeni Akdeniz”in, “Yeni Kafkaslar”ın, “Yeni Avrasya”nın, “Yeni Dünya”nın harcının karılıp artık duvarlarının örülmeye başlandığı bu dönemin yapımcıları, yönetmenleri, sponsorları, aktörleri, figüranları, - en fenası- izleyicileri olarak not düşüleceğiz tarihe.
Tarih, yazanının anlattığı şeydir ya aslında;
En azından nefretle değil ibretle anılalım, anlaşılalım diye giriştik bu işe. 
Adım adım yürüyeceğiz; dünden bugüne. Olayları harmanlamadan, yoruma boğmadan, sadece peşi sıra dizerek, “hatırlayarak” ilerleyeceğiz; neymişiz, ne olmuşuz, ne olmaya yol alıyoruz onu göreceğiz.
Velakin “kronoloji” kendi başına bir ilim; dolayısıyla istedik ki bütün bu yılları, coğrafyaları, olayları gezerken bir de mihmandar edinelim:
Balyoz ve Ümraniye davalarının “kilit” hedefi “Türk Ordusu” önde biz arkada çıkıyoruz yola... Kâh Diyarbakır, kâh Erbil, kâh Washington, kâh Oslo, kâh Ankara, kâh İmralı dolaşacağız yıllar boyunca; 
Son durağımız Silivri olacak nasıl olsa!
 

 
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin CIA’ya hazırlattığı raporla “Kürt sorunu” resmen doğmuş oldu.
 
“Kürt projesi”nin kumanda merkezi CIA
Ümraniye ve Balyoz “operasyonları”, PKK ile müzakerelerin ve İmralı’daki cani Öcalan’la mutabakatın, dikensiz gül bahçesinde yapılabilmesi için yol temizliği miydi? 
 
PKK’nın Bekaa’ya yerleştirilmesinin, ABD’nin Hazar ve Orta Doğu petrollerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı günlerde gerçekleşmesi tesadüf mü?
 
Özel Yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Silivri’de görülen ve 250’si tutuklu 365 TSK mensubunun yargılandığı Balyoz Davası’ndaki kararını açıkladığında, şöyle seslendi sanıklardan biri:
- Türk Ordusu burada şehit edildi!
İyi de bir devlet neden biricik teminatını kendi elleriyle imha etsindi ki?
Diğeri ekledi:
- Amaç Kürdistan’ı kurmak!
O gün, spor salonundan bozma mahkeme yerinde aklıma ilk gelen, 14 Mart 2010’da Newsweek’te yayınlanan Owen Matthews imzalı analizdi:
- Türk Ordusu yenildi!
Nitekim 11 ay sonra, Özel Yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, aynı salonda açıkladığı hükmüyle, PKK’lı Şemdin Sakık’ın gizli (!) tanıkları, PKK terör örgütü başı Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki sorgulamasını yapan Emekli Jandarma Albay H. Atilla Uğur ile terörle mücadelede görev almış çok sayıda askerin sanıkları arasında bulunduğu Ümraniye Davası’nın  “1. Aşaması” nı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u  “terörist”  ilan ederek sona erdirdi.
Karar Türk Milleti için “kabul edilemez”di;
Toplum  “pusucu”ların istediği kıvama gelmişti.
Son dönemde güya -nihayet- Silivri davalarındaki hak ve hukuk ihlallerinin farkına varan ileri demokratlar dahil medya egemenleri söz birliği etmiş gibi  “telafi” yolunu işaret etti:
 “Genel af”  ilan edilmeli; helalleşilmeliydi! (Üç vakte kalmadı o gün “yok canııım, ne münasebet” diye inkar ettiği bu “söylenti”, Diyarbakır’da Barzani’nin şahitliğinde “toplumsal barış” diye projelendirdi.)
Artık üzerini örtmeye dahi gerek duymadıkları detay şu ki; bahsi geçen “af projesi” İmralı’daki caniyle yapılan mutabakat maddelerinden biriydi.
Hep birlikte düşünelim şimdi:
Öcalan’ın Kenya’dan getirilmesi operasyonunu yöneten eski Özel Kuvvetler Komutanı Emekli Korgeneral Engin Alan’a, daha 1999 yılında, Öcalan’la ilgili olarak, “Bir gün gelecek o Ankara’ya gelecek ben İmralı’ya gideceğim” dedirten neydi?
Tayyip Erdoğan’a en yakın birkaç kalemşordan biri Mustafa Karaalioğlu, Star’daki köşesinde Öcalan’la görüşmelerin nasıl böyle rahat yürütülebildiğini anlatırken sarf ettiği ” Çünkü en temel engel ortadan kalktı; askeri vesayet tarih oldu “ cümlesiyle aslında ne demek istemişti?
 

 
İlk eylemin zamanlaması
Türkiye, “Kürdistan”ı kendi elleriyle kurmaya “ikna edilmiş” olabilir miydi? 
Yoksa “sürüklendi” mi, “itildi” mi?
Tam da bu sorulara kafa yormaya başladığım sırada, Balyoz Davası’nda 18 yıl ceza alan emekli Orgeneral Ergin Saygun’un “Türk Ordusuna Balyoz” kitabı çıktı karşıma. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı, Genelkurmay 2. Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı görevlerinde de bulunan Saygun, 1978’de Afganistan’da meydana gelen “Sovyet yanlısı darbe” ve 1979’da Humeyni’yi İran’a döndüren “İslam Devrimi ”yle birlikte, ABD açısından Hazar ve Orta Doğu petrollerinin tehlikeye girdiğini anımsatarak, şöyle bir soru yöneltiyordu kitapta:
- PKK’nın adını ilk kez duyurduğu “Şanlıurfa eylemi”nin (AP Milletvekili Celal Bucak’ın 8 yaşındaki oğlunu katletmişlerdi) de bu yıllara (1979) rastlaması bir tesadüften mi ibaretti?
Bu sorunun cevabını arayacağımız adres belli. Bakalım Türkiye’nin freni patlamış kamyon gibi 12 Eylül 1980’e yuvarlandığı günlerde Washington’un “Kürtler”e ilgisi ne düzeydeydi?
 

Brzezinski’den 3 kritik soru
CIA Başkanı Stansfield Turner’ın 16 Mayıs 1979 tarihli “Çok Gizli” damgalı notunda, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin üç kritik soruya verdiği üç kritik cevap saklıydı. İşte Yılmaz Polat’ın “CIA Pençesinde Açılım” kitabında yer verdiği o üç soru ve cevapları:
* İnsan kaynaklarımız ve teknik istihbarat kaynak durumumuz nedir?
Kürt sorunuyla ilgili arşiv geliştirmek için çabalar sürüyor; dengeleme yeteneğimiz zayıftan iyiye doğru gidiyor. Dışişleri raporu Ankara, Tahran, Kuveyt, Moskova ve Şam’daki büyükelçiliklerimizden geliyor. Adana, Türkiye Kürtleriyle ilgili en iyi kaynaktır. Burası mali yılda kapanırsa bilgi akışı büyük zarar görecektir. Irak ve Tahran’la ilgili olarak Dışişleri’nin verdiği bilgilere göre, siyasal engeller ve gezi kısıtlamaları bilgi akışını engelliyor.
Ankara ve Tahran savunma ataşeliklerinin Türkiye’de etkin bilgi toplama programı var. Ancak özellikle Tahran’daki Dışişleri görevlilerinin, karşılaştıkları aynı siyasi engeller ve gezi kısıtlamaları nedeniyle, bilgi toplama olanakları sınırlıdır. Öteki bölge ülkelerindeki savunma ataşeliklerinin ve Moskova savunma ataşeliğinin de Kürt sorunuyla ilgili bilgi iletme görevi vardır. Gerek Dışişleri’nin gerekse Savunma Bakanlığı’nın verdiği bilgiler ikinci ve üçüncü ülke kaynaklarından gelmektedir.
 

Kürt gazeteci siparişi
* Sovyetler Birliği’nden gelen açık kaynak materyalinin kullanım değeri nedir?
Kürt sorunuyla ilgili açık kaynaklardan bilgi toplama olanağı çok zayıftır; çünkü FBIS (Foreign Broadcast Information Service - Yabancı Yayınlar Bilgi Servisi)’in şu anda Kürtçe yeteneği yoktur ve Kürt yanlısı olmayan medyada yayınlanan bilgiler de sınırlıdır. Kürt dilini bilen görevli bulunması için çalışılmaktadır.
Kürt medyası dışındakilerin haberlerinde Kürt aşiretleri, askeri kuruluşların planları, niyetleri ve benzeri konularda bilgi bulunmuyor. FBIS Kürt sorunuyla ilgili iki Kürt gazeteci sipariş etti...
 

Bir Amerikan istihbarat karargahı olarak Adana
Brzezinski’nin üçüncü sorusu “Kürt direniş hareketlerine dış destek konusunda ABD’nin bilgisinin ne düzeyde olduğu ”ydu. CIA, bu soruya cevaben kendisine “Libya, İsrail ve Sovyetler Birliği”ni kapsayan ayrıntılı bir rapor sundu.
CIA’nın, -hâlâ gizlilik derecesi kaldırılmadığı için büyük bölümü okunamayan- “Collection Summary; The Kurdısh Problem” başlıklı ek değerlendirmesini de okuyan Brzezinski, 1980 yılı mali bütçesini hazırlarken Adana’yı da “kapatılacak konsolosluklar” arasına alan ABD Başkanı Jimmy Carter’a karşı çıktı:
- Irak ve İran’dan zaten sınırlı bilgi sağlıyoruz. Görevlilerimizin bu ülkelerde gezileri siyasi gerekçelerle engelleniyor. Türkiye ve İran’da birer askeri ataşemiz var. Bağdat’ta ise yok. Ataşemiz Türkiye’de Kürt sorunuyla etkin biçimde ilgileniyor.
Brzezinski’nin bildirdiğine göre “Türk Hükümeti, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Büyükelçilik görevlilerine tanıdığı gezi özgürlüğünü, konsolosluklara da tanıyor”du. Ve böylece de Adana, ABD için Orta Doğu’ya açılan en stratejik “istihbarat karargahı”na dönüşüyordu.
 
YARIN: CIA HEDEFİ TESPİT ETTİ; TÜRKLÜK

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (2)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 

 
“Türklüğü” hedef gösteren rapor
ABD Ankara Büyükelçiliği’nin “Kürt Sorunu”nu analiz eden 19 Eylül 1979 tarihli kriptosunda
Türkiye’nin etnik temelde bölünmesini engelleyen en güçlü yapıştırıcının Atatürk’ün ortaya koyduğu şekliyle “Türklük” kavramı olduğuna dikkat çekildi; böylece “tasfiye”nin hedefi de belirlendi
 

Her gün bir yerlerde bombalar patlıyor, birilerinin üzerine mermi yağıyor, onlarca eve ateş düşüyor, insanların yüreği yanıyordu. Şehirler, kasabalar, köyler, sokaklar, isimler, “taraf”lar değişse de manzara aynı kalıyordu;
Sonu gelmeyen cenazelere omuz veren acılı, öfkeli, karamsar kalabalıklar...
Türkiye’de kanın oluk gibi akmaya başladığı o günlerde, tam da  “darbe”  için  “şartlar olgunlaşırken” , kenara köşeye sıkışmış küçücük bir haber yer aldı gazete sayfalarında:
- Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Devlet Bakanı Hikmet Çetin’in önümüzdeki günlerde Irak’a gideceği bildirildi!
6 Nisan 1979 günü yayınlanan (Milliyet Gazetesi) bu haberi takip eden günlerde gerçekten de Irak’a gidildi. Görünürdeki gündem Irak’la yaşanan petrol kriziydi ama o sırada Türkiye’nin tek sıkıntısı bu değildi.  “Apocular” Diyarbakır’ı başkent ilan etmişlerdi ve Irak’ta -aslında-  “Kürt sorunu” görüşülecekti.
Pakistan eski Devlet Başkanı Zülfikar Ali Butto ile İran eski Başbakanı Amir Abbas Hüveyda’nın idam edildiği, Orta Doğu’nun -bizim neslin “Arap Baharı” vasıtasıyla tanık olduğuna benzer- bir kaosta debelendiği o günlerde Milli Savunma eski Bakanı H. Esat Işık’tan gelen açıklama dikkat çekiciydi:
 “Orta Doğu yeni bir siyasi harita oluşturma çalışmalarına sahnedir.” 
Ve ne tesadüftür ki o sahnede rolü her gün biraz daha parlatılan Kenan Evren, sonraki süreçte  “bölge valilikleri” adı altında ülkenin idari yapısını  “eyalet modeli” ne dönüştürmeyi deneyecek, “çok bayraklılığı” önerecekti!
 

Türkiye’nin bölünme süreci nasıl başlar
“Bizim Çocuklar” ın kendilerine verilen görevi yerine getirip getiremeyeceğini dikkatle izleyen ABD’nin de gündemi farklı değildi. Türkiye’de yaktıkları ateş her mahalleye, her amfiye, hatta her aileye sıçramış çoktan alev almıştı.  “Müdahale” gününe kadar beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı; onlar da  “Kürt Sorunu”na (Yıllar sonra Erdoğan’ın ağzından duyduğumuz “Kürt Sorunu” bir “kavram” olarak Turner tarafından hazırlanan CIA raporunda kullanılmıştı) odaklandı.
ABD Ankara Büyükelçisi Ronald Spiers’ın, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın talimatı üzerine Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile yaptığı görüşme içeriğiyle ilgili 19 Eylül 1979 tarihli kriptosunda dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in tutumu da rapor edilmişti. Büyükelçi Spiers, ABD’ye Türkiye’nin bölünme sürecinin  “Kürtlerin ayrı bir etnik topluluk olduğunu kabulden geçtiğini” bildirdi:
 “Artan etnik bilinçlenme, Türkler’in Türkiye’nin Doğu illerindeki gelişmelerle ilgili olarak duydukları kaygıları ar
ttırmıştır. Birçok Türk, Ecevit hükümetinin tartışmalı görüşlerin ortaya konmasına gösterdiği hoşgörünün, Türkiye’nin etnik çözülmesinin başlangıcı olabileceğinden kaygı duymaktadır. Türk seçkinleri bir biçimde yan tutmamakla birlikte Türklük kavramının, Atatürk’ün de söylediği gibi, etnik ve kültürel çeşitliliğe sahip ülkeyi bir arada tutmada gerekli bir yapıştırıcı olduğu yolundaki ortak inancı paylaşmaktadır. Bu kişilerin çoğu Kürtlükten açıkça söz edilmesinin ve Kürtlerin ayrı bir topluluk olduğunu kabul etmenin Türkiye’nin bölünmesinin başlangıcı olabileceği yolundaki kaygılarını bize söyledi.” 
Spiers’a göre Türkiye’de bir Kürt ayaklanması için uygun koşulların bulunmamasının yegane sebebi TSK idi:
 “Doğuda Türk askeri kuvvetlerinin sayısı çok büyük. Radikal Kürt Grupları kendi güçlerini ” abartabilir “ ya da Türk ordusunun zayıflığını ya da kararlılığını yanlış hesaplayabilirler.” 
ABD “bölmeye karar verdiği” nde neyi ortadan kaldırması gerektiğini böylece öğrenmişti:
Türklük!
Bu yoğun ilgiden anlaşılıyor ki, Türklüğe nişan alırken kullanacağı silahı da çoktan seçmişti:
Kürtlük! 
Veya genelleme ile söylemek gerekirse;
Etniklik!
 


 
CIA’nın gözü TSK’nın üzerinde
ABD Dışişleri Bakanlığı, Spiers’ın Evren’le  “Kürt Sorunu” nu görüşmesini ezbere istememişti. Bu görüşmeden sadece birkaç hafta önce CIA Başkanı Stansfield Turner’ın masasına bir rapor geldi:
 “The Kurdish Problem in Perspective” (20 Ağustos 1979)
Raporun hazırlanmasını Turner istemişti. Önündeki belge, Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Sovyetler Birliği’ndeki CIA birimlerine verdiği  “Sorumlu olduğunuz ülkelerle ilgili ortak bir çalışma yapın ve en kısa zamanda bir Kürt raporu hazırlayın” talimatının neticesiydi.
Yazılanlara bakılırsa ABD’li istihbarat yetkililerinin gözü TSK’nın üzerindeydi:
 “(Türkiye) Doğu ve Güneydoğu’daki askeri birliklerini güçlendirdi. Hükümetin kaygısının nedeni Türkiye’deki Kürtlerle komşu ülkelerdeki Kürtler arasındaki haberleşmenin ve silah kaçakçılığının artması olmakla birlikte, asıl neden, zaman zaman Kürt azınlıkla daha önce meydana gelen çatışmaların devlet bütünlüğünü tehdit etmesiydi.” 
 

Tarihimizle yüzleştiriyorlar!!!
Vurgulardan biri bugün sıkça başvurulan  “tarihimizle yüzleşelim-hesaplaşalım”  söylemlerinin temeli gibiydi.  Raporda, Atatürk’ün modernleştirme ve merkezileştirme reformlarına karşı çıkan Kürtlerin, devlet karşıtı etkinliklerinin “acımasızca”  bastırıldığı söylenmişti.
İhtiyaç hasıl olduğunda yönelinecek “hedef kitle” de tespit edildi:
 “Kürt milliyetçilik duyguları, şimdi çoğu eğitilmiş olan ve çoğu kentlerde politize olmuş Kürt gençler arasında yayılıyor. Kültür derneği adıyla oluşturulan kuruluşlar, özerklik ve bağımsızlık için çalışıyorlar...” 
 “Kürt birliği” nin sağlanmasına da çalışmayı planlıyor olmalı ki, CIA ajanları  “Türkiye’deki Kürtler ile Irak ve İran’dakilerin işbirliği yapamamasının en temel nedeninin lehçe ayrılığı olduğu”  konusuna özellikle değinmişti.
Rapor bir de önemli bir  “eksikliği” gündeme getirmişti:
 “Kürt gruplarını birleştirme yeteneğine sahip tek bir liderin bulunmaması...” 
 

Dağdaki terörist hapisteki lidere dönüştürüldü
 “Kürt sorununu çözecek lider arayışı” başka bir boyutuyla yabancı olmadığımız bir konu aslında. Henry Barkey ve Graham Fuller’in önce 1997, ardından da 1999’da tekrarladıkları o sözleri hatırlayın:
 “Kürtler hem geleneksel partiler, hem de kendi partileri aracılığıyla TBMM’de seslerini duyurma çabalarında başarılı olamıyor. T.C. yasaları ” bölücülük “ damgası vurarak tüm girişimleri engelliyor. Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemlerle çözme cesaretini gösterecek lider yok.” 
Ümraniye Davası sanıklarından Oktay Yıldırım  “Savaşmadan Kaybetmek / Türkiye’nin Silahsız İşgali”  kitabında, Öcalan’ın Türkiye’ye tesliminin “Kürtler için siyasal lider inşası projesi” nin parçası olduğu notunu düşüyordu:
 “Proje orta vadede Irak’ın kuzeyindeki parça ile birleşmektir (...)  1998’de ABD’de Irak’ı Kurtarma Yasası adında bir yasa çıkartılıp bütçesi bile o yıllarda hazırlandı. Bu siyasallaşmanın sembolü olarak Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesi ile dağdaki terörist, hapisteki lidere dönüştürüldü.” 
Hapiste bulunan öteki  “cesur lider” in kim olduğunu, iktidara getiriliş hikayesiyle birlikte ayrıca anlatacağız.
 

Oğul Barzani sırasını bekliyor
Moda tabirle  “büyük fotoğraf” ı doğru kavrayabilmek için  “Büyük Kürdistan” projesinin çok ayaklı olduğu gibi çok “lider adaylı” olduğunu da hatırdan çıkarmamak lazım:
Türkiye’nin  “radikal Kürt gruplar” ın Sovyetler Birliği himayesinde olduğundan neredeyse emin olduğu 1979 yılında, ABD ilginç bir misafiri ağırlıyordu. 
Daha 1966’da  “İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız. ’Kürdistan’haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz. Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır. Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir” diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani, kendisini Georgetown’da Amerikan hekimlerine emanet etmişti!
Molla Mustafa Barzani sadece Irak’ta değil Türkiye’deki  “bölücü Kürtçü” hareket üzerinde de etkin bir figürdü. 1958 darbesinden sonra Irak’a dönen ve IKDP’yi kuran Barzani 1961’de Irak’a karşı ayaklandı. 1974’te Irak’ın ayaklanmayı tam manasıyla bastırması ve IKDP güçlerini dağıtmasından etkilenen ülkeler arasında Türkiye de vardı. İran ve Suriye ile birlikte Barzani’ye bağlı militanların bir bölümü de Türkiye’ye sızdı. Bu olay Türkiye’de “din” ile iç içe geçirilen ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanların karakteriyle örtüşen, tekkelerinde Said-i Nursi’nin görüşleri üzerinden etnikçilik yapan, Fakilerce desteklenen  “Kürt-İslamcı”  kanadın yeniden palazlanmasını sağladı. 
Akciğer kanseri olan Molla Mustafa Barzani 3 Mart 1979’da, tedavi gördüğü ABD’de öldü. Oğul Mesud Barzani ise, babasının  “mirasını” devralacağı günü beklemek üzere, Virginia’da CIA binasının yakınındaki evinde  “yasa” büründü.
Acaba, ABD’nin mavi boncuk dağıttığı adaylar arasından sıyrılarak  “cesur lider” olmayı başarabilecek miydi?
 
YARIN: NEO-CON’LARIN DOĞUŞU

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (3)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
Ronald Reagan’ın, Yahudi asıllı Savunma Bakanı Casper Weinberger liderliğindeki, Richard Perle, Paul Wolfowitz gibi “sabıkalı” isimlerden kurulu Pentagon kadrosu tarafından uygulanan “Yeni Wilsonculuk” politikasının ayaklarından bir tanesi de “Kürdistan” dı. “Neo-con” ların “böl-parçala-yönet” hevesi; yıllar sonra, Irak’ın işgali sırasında çok sayıda karikatüre de konu oldu.
 

 
NEO-CON’ların  dünyayı  dönüştürme planları
ABD’nin Yahudi Asıllı Savunma Bakanı Weinberger’in, “Karanlıklar Prensi” olarak bilinen Richard
Perle ve Paul Wolfowitz gibi isimlerden oluşan Pentagon ekibi, Irak Kürtleri ile İsrail arasında örtülü bir ittifak inşa ederken, eş zamanlı olarak TSK’ya dönük “dayatmalar dönemi” de başlıyordu
 
1980 sadece Türkiye değil ABD için de  “değişim”  yılı oldu. Ronald Reagan’ın 4 Kasım 1980’de yapılan seçimlerde elde ettiği ezici üstünlük başkanlığın yanı sıra 28 yıl sonra ilk defa Senato’nun da Cumhuriyetçilerin eline geçmesini sağladı.
 

Yeni muhafazakarlar işbaşı yapıyor
Reagan’ın kadrosundaki isimler ufukta bir  “neo-con”  (neo-conservative/yeni-muhafazakar) dalgası olduğunun işaret fişeği gibiydi. Türkiye’ye Orta Doğu’da biçilen rolün de temeli olan birçok kavram, özellikle Yahudi asıllı Savunma Bakanı Casper Weinberger’in Richard Perle, Douglas Feith, Harold Rhode, Elliot Abrams ve Paul Wolfowitz’li Pentagon ekibi öncülüğünde oluşturulacaktı.
Tam bu noktada, Weinberger’in uzun yıllar  “Gizli Dünya Devleti” yahut “Yeni Dünya Düzeni’nin Derin Devleti”  kabul edilen ve Türkiye’de AKP’nin kuruluşundaki rolüyle yeniden tartışılmaya başlanan CFR (Council of Foreign Relations / Dış İlişkiler Komitesi)’nin üyelerinden biri olduğunu da hatırlatmalı. Dünya çapında finans, politika, medya, istihbarat servisleri, teknoloji ve üniversite çevrelerinde tam manasıyla bir  “ağ”  ören CFR’nin, ABD’nin (Rockefeller ailesine ait Gulf and Standard Oil’in yüksek menfaatleri uğruna) 2. Dünya Savaşı’na girmesinde, İran’da Musaddık’ın (yine petrol şirketlerinin çıkarlarıyla çatıştığı gerekçesiyle) devrilmesinde, Güney Amerika ülkelerindeki darbelerde yönlendirici olduğu biliniyor.
 

 
Wilson’un bıraktığı yerden...
“Amerikan değerlerini muhafaza”  ilkesiyle yola çıkan  “neo-con” ların, içeride  “dindarlık ve milliyetçilik”  üzerine kurguladıkları politikanın taarruz hedefinde, dünyanın başka coğrafyalarındaki  “dindar”  ve  “milliyetçi”  kitlelerin yer alıyor olması manidardı.   “Zafer”e giden yolda  “neo-con”lar için olmazsa olmaz olan teknoloji ve yüksek savunma harcamaları ile desteklenen  “silahlanma”ydı. Beyaz Saray’da etkin olamadıkları dönemler de Foreign Affairs, Heritage Foundation, Jewish Institute for National Security Affairs gibi kuruluşlar eliyle  “iç ve dış düşmanlarla çevrili bir toplum algısı”  inşa etmeyi başaran  “neo-con”lar, kullanılmayan gücün bir anlam ifade etmediğine inandıklarından “ABD’nin gücünü tüm dünyaya ispat etmesi,  hegemonyasını hâkim kılması gerektiğini”  savunuyorlardı. Hedef  “Yeniden Amerikan yüzyılı” ydı!
Bunu engelleyebilecek her türlü söylemi, girişimi, ülkeyi, “küresel tehlike” olarak tanımladıkları için lügatlerinde  “anlaşma”ya yer yoktu; her koşulda tek metot “müdahale”  olacaktı. Bu arada bir de  “önleyici müdahale”  kavramı ortaya çıktı; artık ABD’nin harekete geçmek için bir “saldırıya uğramasına”da ihtiyacı kalmamıştı! (Türkiye, Süleymaniye’de Amerikalı işgalciler tarafından Türk askerlerinin kafasına çuval geçirilen olayda “önleyici müdahale”yle onursuz bir biçimde tanıştı...)
 “Yok etmeye” dönük bu yeni stratejinin bir diğer önemli ayağı  “Yeni Wilsonculuk” olarak adlandırılan  “değerler ihracı”ydı;  “neo-con”lar bütün dünyayı kapsayan bir  “dönüşüm projesi”nin uygulayıcılarıydı.
 

TSK ile ABD’nin “Karşılıklı Anlayış”ı
ABD’nin 1980’lerin ilk yarısındaki en stratejik  “önleyici dokunuşu” PKK’nın Bekaa’ya yerleştirilmesi oldu.  “Türk Ordusuna Balyoz” kitabında konuya değinen Emekli Orgeneral Ergin Saygun, bu olayı ABD’nin Türk birliklerini Körfez bölgesine yığabilmek için bir  “tehdit” yaratmaya ihtiyaç duymasıyla ilişkilendiriyordu:
 “1975 yılında (...) Helsinki Nihai Senedi imzalandı. (...) Buna göre Avrupa ülkeleri sınırlardan 200 km’yi kapsayan bir bölge içerisinde birbirlerine doğru olan intikallerini, birliklerin garnizonlardan çıkışlarını ve garnizon dışı faaliyetlerini bildireceklerdi. (...) Türkiye’nin Avrupa ülkesi olmayan İran, Irak ve Suriye ile de sınırları olduğu için bu ülkelerden 200 km mesafeyi kapsayan bir alan bildirim dışı bırakıldı. Yani Türkiye; İran, Irak ve Suriye ile komşu olan bu geniş bölgeye istediği miktarda birlik ve silah konuşlandırabilecekti. (...) SSCB’nin İran’la beraber Körfez bölgesine müdahale etme ihtimaline karşı çaresiz kalan Batı ve ABD için bu durum yeni bir fırsat yarattı. Bu bölgede hatırı sayılır bir askeri güç toplanabilirse, Basra Körfezi bölgesine müdahale edebilecek Sovyet birliklerinin “yanını” tehdit edecekti. Tamamen TSK’dan oluşuyor olsa da bu güç bir NATO kuvveti olacağından, sağlayacağı caydırıcılık nedeniyle Sovyetler muhtemelen bu kuvvete “bulaşmaktan” kaçınacaktı. Bu suretle Türkiye, ABD Körfez bölgesinde gerekli tedbirleri alıncaya kadar gerekli olan zamanı kazandıracaktı.
Ancak bu bildirim dışı bölgeye çok sayıda Türk birliğinin gelmesini sağlamak için bölgede yeni bir tehdit yaratmak gerekiyordu. Bunun için ise, Bekaa Vadisi’ndeki PKK devreye sokuldu.” 
PKK’nın hayatımıza kanlı girişiyle eş zamanlı olarak, 1980’lerin ilk yıllarında, ABD Savunma Bakanlığı da  “Batı’nın çıkarlarını korumak gerektiğinde Orta Doğu’ya müdahale edebileceğini” duyuruyordu. Bir NATO brifinginde tebliğ edilen bu karar, ABD’ye Avrupa’nın savunması için NATO’ya tahsisli kara-deniz-hava birliklerini kendisi için kullanma ayrıcalığı veriyordu.
1981’de Savunma Bakan Yardımcısı olan  “neo-con” Perle’ün ilişkilerini geliştirmeye giriştiği kurumlardan ilki hiç şaşırtıcı olmayan biçimde Türk Silahlı Kuvvetleri oldu. “İlişki”  ifadesine aldanmayın, süreç Pentagon’un dayatmaları ve Genelkurmay’ın kabulleri biçiminde ilerliyordu. 
Perle, 29 Kasım 1982’de Brüksel’de 12 Eylül darbecisi heyet ile  “Memorandum of Understanding (Karşılıklı Anlayış Belgesi) i imzaladı. Anlaşma, Türkiye’deki 10 Amerikan üssünün yenilenmesini, Batman ve Muş’ta da iki yeni üs kurulmasını öngörüyordu. Bunu 1983 yılı Eylül ayında Amerikan General Dynamics şirketiyle imzalanan  “160 adet F-16 savaş uçağının ortak üretimi”  projesi takip etti.
 

Teröristler için Barzani köprüsü
Washington-Ankara trafiğinin hızlanmış göründüğü bu dönemde ABD’lilerin bir eli de hemen dibimizde Irak sınırına yığılan PKK’lı teröristlerin üzerindeydi. Tam da Yahudi kökenli  “neo-con”ların işbaşı yaptığı günlerde Irak Kürtleri ile İsrail  “ortak çıkarları”nı keşfetti. Yeni sürecin kilit ismi Barzani’ydi. Nitekim, ABD ile Irak arasında “diplomatik ilişki”nin bulunmadığı 1983 yılında Bağdat’taki Belçika Büyükelçiliği’nin Amerikan görevlisi William Eagleton, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’de cirit atmakla kalmıyor,  “Kürt kilimleri üzerine kitap yazmak ve Kürtçeyi incelemek” bahanesiyle girdiği Barzani kamplarında da PKK’lılar ile “iyi ilişkiler” geliştiriyordu. Öte yandan, PKK ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) arasında imzalanan  “dayanışma protokolü” çerçevesinde, PKK, bugün AKP’nin en kıymet verdiği müttefiklerinden olan Barzani sayesinde, saldırıları için kullanacağı  “Irak- Türkiye geçişi” ne kavuşmuş oldu.
 

“Irkçı örgüt”ün  ciğerini biliyorlar
 
PKK, Türkiye’nin sorunuydu ama Washington terör örgütü hakkında Ankara’nın sahip olduğundan çok daha fazlasını biliyordu. CIA  “The PKK: Insurgents Who Use Terrorism”  başlıklı raporunda  “PKK’lı teröristler Güneydoğu’da hükümet yetkililerine köy korucularına onların ailelerine, öğretmenlere ve okullara saldırıyor” diyerek terör örgütünü  “IRKÇI”  olarak tanımladı. Dahası PKK’nın saldırılarını büyük kentlere yayacağı öngörüsü de ilk kez bu raporda yer aldı.
CIA 5 Mart 1984 tarihli bir başka çalışmasında “Türk Güvenlik Güçleri” ni adım adım takip ettiğini ortaya koyuyordu:
“Türk Güvenlik Güçleri, Irak ve Suriye sınırları boyunca önlemleri artırıyor. Komando birlikleri, Kayseri’den sınır bölgesine kaydırıldı. Geçen yaz Suriye sınırı boyunca tel örgü yapılmasına başlandı. Aynı bölgeye 36 askeri gözetleme kulesi ve 15 küçük askeri istasyon yapıldı.
Ek olarak Siverek yakınında yeni bir komanda üssü ve eğitim tesisi yapıldı. Bu komando birliği Suriye’de ya da Suriye sınırı boyunca operasyon yapabilir. (...) Son zamanlarda Irak’ın Kürtlere özerklik vereceği yolundaki söylentiler ve bunun Türk Kürtlerini de etkileyebileceğinden duyulan kaygı, Türk Kuvvetlerinin hareketini tetiklemiş olabilir. Kürt ayrımcılığı ve sınır boyundaki Türk kuvvetlerine yapılan taciz Ankara için sorun oluyor. Irak’ın İran’la savaşması Kuzeydeki Kürtler üzerindeki denetimi azalttı. Bu nedenle Bağdat geçen ilkbaharda Türklere Irak’ta operasyon yapması için izin vermiş olabilir.” 
 
YARIN: ÖZAL’IN RIZASI İLE “KÜRDİSTAN”

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (4)

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (4)

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...


ABD, Özal’ın Başbakan olacağını nasıl bildi?

1970’li yıllardan itibaren Washington’la  “iyi ilişkiler”  içinde olan Özal, henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadan “12 Eylül Hükümeti’nin Başbakanlık Müsteşarı” olarak katıldığı CSIS toplantısında  “çok önemli kişi”  muamelesi görüyor; Amerikan Dışişleri ve Pentagon yetkililerince ağırlanıyordu... 


Sıkıyönetimin kaldırılması
“PKK büyüsün” demekti!
Turgut Özal’ın Güneydoğu politikası yüzünden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’ya müdahalesi 10 yıl gecikmeseydi, Kuzey Irak’ta Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden Barzani bölgesi oluşmayacaktı...
Devir;
“Bizim Çocuklar” darbesini (12 Eylül 1980) takiben Türkiye’nin, Abdullah Öcalan’ın “Bizi en iyi o anlıyor. Hatta eminim, bize biraz da olsa sempatiyle bakıyor. Bizimle ilgili çok düşünüyor. Bu belli. Belki beni aramayı bile düşünüyordur” dediği, etnik kimliğini öne çıkaran, federasyondan söz eden Turgut Özal’lı  “sivil iktidara” devir teslim dönemi.

İrangate’te suç ortağı
1970’li yıllardan itibaren Washington’la  “iyi ilişkiler”  içinde olan Özal, 1981’de  “12 Eylül Hükümeti’nin Başbakanlık Müsteşarı”  olarak katıldığı CSIS (Center for Strategic and International Studies / Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi) toplantısında  “çoook önemli kişi”  muamelesi görüyor; Amerikan Dışişleri ve Pentagon yetkililerince ağırlanıyordu. Toplantıya, adı -tesadüfe bakın ki Özal dönemine denk gelen ve “16 no’lu ülke” namıyla fişlenen Türkiye’nin de “CIA’nın buradaki muteber adamları” eliyle suç ortağı yapıldığı- İRANGATE skandalına (ABD’nin İran-Irak Savaşı’nda çift taraflı davrandığını ortaya çıkaran silah satışı olayı) karışacak olan BCCI bankasının üst düzey yöneticileri de katılacaktı.
Özal’la aynı günlerde ABD bir başka  “çok önemli” misafire daha ev sahipliği yapıyordu. İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın sebebi ziyareti “NATO savunma kalkanının genişletilmesi”ydi.

CIA’nın Özal raporu
AKP’nin kuruluşunu hatırlatır biçimde ANAP’ı kurmadan önce 1983’te ABD’de bir dizi lobi faaliyeti yürüten Özal, darbeci Kenan Evren’e yaptığı “izin”  ziyaretinde  “Amerika’da düşündüm; eski partilerle hiç ilgisi olmayacak yeni bir parti kurmayı düşünüyorum” diyordu. 
Özal, partisinin Milli Güvenlik Konseyi’nde veto yememesini bir NATO komutanına borçluydu. Orgeneral Haig “kendi çocukları”  gibi gördükleri Evren’e  “Amerika’nın Özal’ın partisine sempatiyle baktığını”  çıtlatarak bir anlamda  “mesajı vermişti”.
Özal, Washington’a bir sonraki gezisini 1985’te ANAP Genel Başkanı ve Başbakan sıfatıyla yaptı. 
Nisan ayında gerçekleşen gezi öncesinde, CIA, 29 Mart 1985 tarihli  “Özal Visit: The Turkish Economy Under Özal”  başlıklı raporunda  “Özal’ın siyasi geleceği” ni değerlendirdi:
“Özal’ın kaderi ekonomik programına bağlı ve kısa sürede ABD’nin desteğine ihtiyacı olacak...” 
Mesele ABD’nin Özal’a bu  “desteği”  hangi koşullarla sağlayacağı idi.

Ankara rehin alınmış gibi
5 yıllık dönemi sona eren SEİA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması)’nın yenilenmesi görüşmeleri sırasında manzara netleşti;
ABD isteyecek, Türkiye de verecekti.
Nitekim anlaşma, 16 Mart 1987’de Türkiye’nin askeri yardımlarda kesintiyi ve tekstil kısıtlamalarını kaldırma istekleri kulak ardı edilerek imzalanabildi.
Yılmaz Polat “CIA Pençesinde Açılım” kitabında 1980’lerin Ankara’sını şöyle tarif etti:
“Ankara adeta rehin alınmış gibiydi. Yönetim yalnızca uyarmak ve önerilerini rapora geçirmekle kalmıyordu. Raporu hazırlayanlar da Ankara’ya gönderildiler ve birer müfettiş gibi Türkiye’yi denetlemeye başladılar.” 

PK-Barzani-Talabani arabulucuları
Polat’ın bahsettiği raporlar İnsan Hakları İzleme Örgütlerine aitti. Türkiye, eleştiri düzeyini giderek daha da şiddetlendiren bu raporlar üzerinden hedef haline getirildi. “İnsan hakları ihlalleri” kavramının yerini kısa sürede ABD eliyle  “azınlık hakları ihlalleri”  aldı. 1988’de ABD’de yayınlanan raporlarda Kürtlerden “azınlık” olarak bahsediliyordu.  “Kürt Sorunu”  vurgusu yapan insan hakları raporları,  “Kürt azınlığa haklarının bir an önce verilmesi”  çağrılarına başladı. Aynı yıl ABD’den Türkiye’ye “turist”  patlaması da yaşandı. Amerikalıların özel ilgi gösterdiği bir yer vardı;

Ağrı Dağı!
Bakanlar Kurulu sadece 1988 yılında  “akademisyen”  olduğunu söyleyen 100 Amerikalı’ya Ağrı Dağı’nda  “inceleme”  izni verdi.
Ve yine o yıl, Halepçe katliamından bir ay sonra Washington’a gelen Celal Talabani burada deyim yerindeyse  “krallar gibi” karşılandı. Polat’ın anlatımıyla  “Amerika Celal Talabani’nin Washington’a gelmesiyle birlikte Türkiye’yi de kapsayan geniş bir ” Kürt açılımı “ başlattı. Talabani’nin düşlerini de savaş sonrası kurulacak olan bir Kürt devleti süslüyordu. 
Talabani’nin Amerika’dan ayrılmasının ardından ilginç gelişmeler yaşandı. Turgut Özal, devlet kurallarının ve geleneksel politikanın dışına çıkarak bazı gazeteciler aracılığıyla Iraklı Kürtlerle görüşmeye başladı. Bu arada KDP temsilcisi Sefin Dizai, gizlice Ankara’ya getirildi. Washington’da da Kürt temsilciler Pentagon’a girip çıkmaya başladılar. Özal hayranı olan CIA ajanı Fuller, Özal’ın Pandoranın ‘kutusunu’ açtığını söylüyordu. Ona göre Özal, Kuzey Irak’ta fiili olarak özerk bir Kürt bölgesinin kurulmasına izin veriyordu. Daha da önemlisi Özal, bağımsızlık yolunda en önemli adım olarak Kuzey Irak’ta Kürdistan seçimlerine razı olmuştu.”

Ulakları Cengiz Çandar
Özal’ın aracıları arasında Cengiz Çandar,  İlnur Çevik gibi isimler vardı. 
1991 yılında Londra’da gerçekleşen Cengiz Çandar-Celal Talabani görüşmesinden kısa süre sonra gizlice Türkiye gelen Talabani ve Barzani, Özal ile buluştu.
Çandar “görevi”  başarmanın gururunu yaşıyordu:
“Talabani ve Barzani’yle Cumhurbaşkanı Özal arasındaki ilişkilerin kurulmasını sağladım. Yani Irak Kürtleriyle ilişki kurulmasının mimarıyım...” 
Çandar’ın ulaklığıyla övündüğü Talabani, PKK katliamları başladığında terör örgütüne 10 bin dolar bağışta bulunmuştu. TSK’nın 1992 yılındaki Kuzey Irak operasyonunda da Türkiye’yi sırtından hançerleyen Talabani’den başkası değildi. Özal’ın kadim işbirlikçisi Talabani, Osman Öcalan ve beraberindeki 1000-1500 PKK militanının güvenli bölgelere kaydırılmasını sağlayarak TSK’ya karşı korumaya almıştı.
Polat’tan devamla;
“Özal’ın temsilcileri Bekaa’ya gidiyor; Abdullah Öcalan’la görüşüyor ve izlenimlerini Özal’a iletiyorlardı. (...) 1990’da PKK kamplarının sayısı Türkiye’de 20’ye ulaşmış, Kuzey Irak’ta 10’un üstüne çıkmıştı.” 

Terör örgütünü
kim büyüttü
Reagan yönetimine göre Güneydoğu’da baş gösteren olaylar “Kürt ayaklanması” ydı.  “Güneydoğu bölgesi dışında yaşayan Kürtlerin ulusal yaşam içinde eritildiğini”  ileri süren Amerikan yönetimi Lozan’ı tartışmaya açtı.
2004 yılında Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programına katılan emekli Tümgeneral Osman Özbek, PKK ile mücadele açısından Özal’lı yılları şöyle özetleyecekti:
 “PKK çıkmadan önce sıkıyönetimi kaldırsa bir şey demeyeceğim, PKK çıktıktan 3 yıl sonra kaldırıyor. OHAL yasaları getiriyor, hafifletilmiş tedbirler oluyor. Sonra ne oluyor?  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne diyor ki, “Siz beni yargılayabilirsiniz” (...)  Bunlar o dönemin hükümetinin yaptığı bence çok ağır gafletler, bir bölümü de ihanet. Tekrar ediyorum; siz normal bir durumda değilsiniz, sıkıyönetimi kaldırıyorsunuz, yani “PKK büyüsün” anlamına geliyor bu biraz. (...) Silahlı Kuvvetler 1993’e kadar devreye girmedi, 9 yıl,10 yıl devreye girmedi. Bu Silahlı Kuvvetler’in istemediğinden değil, siyasi iktidarın olayı küçümsemesinden veya başka kötü niyetleri de olabilir.” 

Osmanlı Cumhuriyeti!
Cengiz Çandar’ın ifadesiyle Özal’ın hedefi  “PKK’yı dağdan indirip siyasi sisteme entegre etmekti.” 
15 Ekim 1991’de Hürriyet’e yaptığı açıklamada  “Federasyon dahil her şeyi konuşmalıyız”  diyen Özal, 6 ay sonra 2 Nisan 1992’de de Aktüel’e verdiği röportajda, anlamı bugün çok daha iyi kavranan o soruyu ortaya attı:
- Atatürk Cumhuriyeti kurarken Osmanlı Cumhuriyeti derse ne olurdu?
Rivayet o ki, Özal kendisiyle bu röportajı yapan Reha Mağden’den teybini kapatmasını istemiş ve şunu eklemişti:
- Türkiye’nin ismi Anadolu Cumhuriyeti olsaydı bugün yaşadığımız sorunlar olur muydu?
(Korkut Özal yıllar sonra “Rahmetli ağabeyim sorunun çözülmesi için Türkiye’nin isminin değiştirilebileceğini, Anadolu yapılabileceğini söylemişti. 8. Yüzyılda Müslümanlıkla tanışan Türkler, kurdukları devletlerde Türk ya da Müslüman adını kullanmadı. Ağabeyimin söylediği odur. Türkiye Cumhuriyeti yerine Anadolu Cumhuriyeti derken bunu kastediyordu. Devlete Türk adını koymak sıkıntı yaratmıştır” diyerek bu anekdotu doğruladı.)
YARIN: TSK'DA TASFİYE GİRİŞİMLERİ BAŞLIYOR

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (5)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

TSK’da ilk “Kuzey Irak” tasfiyesi

1. Körfez Savaşı, Silahlı Kuvvetler’in sonraki 20 yılındaki komuta kademesinin belirlenmesinde etkili oldu. Necdet Üruğ’un, Necdet Öztorun’un Genelkurmay Başkanlığı 
yolunu açmak için emekli olması, Evren-Özal ikilisinin Öztorun’un önünü kesmesi ve Genelkurmay Başkanlığı’na gelen Necip Torumtay’ın da ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a ikinci cepheyi açmak istemesi üzerine istifa etmesiyle başlayan sürecin, bir Genelkurmay Başkanı’nın “terörist” yaftasıyla müebbede mahkum edildiği bu günleri haber verdiğini kimse tahmin etmemişti
ABD Ankara Büyükelçisi Morton Abromowitz, peşmergelerin Adana Konsolosluğuna yağmur gibi yağdırdığı şikayetleri inceledikten sonra, 2 Haziran 1990’da Washington’a yolladığı telgrafta  “Iraklı Kürt sığınmacıların Türk hükümetinden memnun olmadığını”  bildirdi.
1990’ların ortalarına doğru ABD’nin  “peşmerge”  meselesine dahli o denli artacaktı ki; Delta Force birlikleri Kuzey Irak’taki Kürtlerin  “silahlı eğitimi” ni üstlenecekti.
1960’larda, Toplumsal Kalkınma Projeleri namı diğer Barış Gönüllüleri ile Türkiye’nin etnik ve dini yaralarını kaşımaya başlayan ABD, 1980’lerde aynı misyonla oluşturduğu  “Project Democracy (Ulusal Demokrasi Fonu)”  aracılığıyla  “demokrasi, çağdaşlık, çok kültürlülük ihracı” na başladı. Yahudi asıllı sivil darbe finansörü George Soros da bu  “operasyon” un yarattığı figürler arasındaydı. Soros’dan fonlanan TESEV’in  “PKK açılımı”  ve  “Öcalan ile mutabakat” süreçlerinde üstlendiği rolü bir de bu bağlamda ele almalı.
İnsanlar ölüyor ama   kaygılanacak bir durum yok!
Özal, “sıkıyönetim”i kaldırmış yerine 11 ilde “Olağanüstü Hal” ilan etmişti ama ABD’lilere göre OHAL de engeldi. Abromowitz, 29 Haziran’da, Washington’a, bu kez kendi şikayetlerini bildirecekti. OHAL’den dolayı Güneydoğu Anadolu’daki şehirlere yaptıkları  “inceleme”  gezileri  “izne bağlanmıştı”  ve Abromowitz bu uygulamadan hiç memnun değildi. Türkiye’nin tutumunun, Viyana Anlaşması’nın diplomatların gezi özgürlüğünün kısıtlanamayacağını öngören 26. maddesine aykırı olduğunu savunuyordu. 
 “Küresel tehlike”  kavramının arkasına sığınarak “karşılıklı taraf olma”  durumunu, dolayısıyla da “uluslararası anlaşmaları”  taca çıkaran ABD’nin, kendi işine geldiğinde  “gizli niyetlerine”  kalkan yapmak üzere “uluslararası anlaşmaları”  kullanması manidardı.
Güneydoğu Anadolu’ya, bölgeyi  “uluslararası mesele” ye dönüştürecek kadar düşkün olan Amerikalı diplomatlar, bölgedeki terör olaylarında meydana gelen can kayıplarınaysa kayıtsızdı. ABD Adana Konsolosluğu, 19 Temmuz 1990’da Güneydoğu’daki terör olaylarında ölenlerin sayısının 1988 ve 1989 yıllarındakinin iki katına ulaştığını bildirmek üzere Ankara Büyükelçiliği’ne yolladığı telgrafta  “Her şeye rağmen kaygılanacak bir durum yok”  diyordu!

ABD donanması 
limanlarımızı kuşatacaktı
ABD’nin Kuveyt işgalinin başlamasından beş gün sonra, Turgut Özal, Kerkük-Yumurtalık Boru Hattını kapatma kararı aldı. Türkiye petrol ihtiyacının yüzde 40’ını karşıladığı hattı kapatarak, BM’nin mali ve askeri ambargo kararına uyan ilk ülke oldu.
Ya Özal, kendisini  “Bush’un gözdesi”  yapan bu kararı almasaydı?
CIA eski Başkanı Stansfield Turner’ın ağzından cevaplamak gerekirse:
 “ABD donanması Türk limanlarını abluka altına alır ve iki ülke ilişkileri bir hayli tatsızlaşırdı.” 

Savaşın beyni İncirlik
Bölgenin en stratejik noktası, İncirlik’teki Amerikan üssüydü. “Araçlar elden geçiriliyor, hava kuvvetlerine yer desteği sağlanıyor, üsse inecek birliklerin ihtiyaçları tespit ve temin ediliyor, yeni malzemeler ısmarlanıyor” du. Amerikan belgelerine göre İncirlik;
 “30 Muharebe Birliği, 5 bin 400 kişi, 129 Taktik ve Destek Uçağı, 400 ton uçak parçası, 37 milyon dolarlık malzeme” ihtiva ediyordu. “Ek olarak 24 milyon galon yakıt pompalandı. 6 bini aşkın uçağa bakım yapıldı. 22 bin ton yük taşındı. 26 bin kişi konuk edildi. Tahliye edilen ailelere 24 saat hizmet verilerek 7 milyon dolarlık muhasebe işlemi yapıldı. 500 bin dolar Türk lirasına çevrildi. Malzeme ve ticari mallar için toplam 4 milyon dolar ödendi.” 

Gül’e ilginç ABD ödülü
İncirlik’in Körfez Savaşı sırasında misafir ettiği isimlerden birine özellikle değinmeli:
Meksika, Nijerya, Bosna, Guatemala’daki  “insani görev” lerinden sonra  “Iraklı Kürt sığınmacılara yardım etmek üzere”  Türkiye’ye gelen Fred Cuny, peşmergeleri helikopterle geldikleri bölgelere taşıdığı iki ay zarfındaki denetimsiz uçuşlarıyla Türkiye’den Irak’a, ve Irak’tan Türkiye’ye başka kimleri, neleri sokmuştu hâlâ muamma;
Tıpkı kendi akıbeti gibi.
Irak’tan sonra Bosna ve Somali’ye giden Cuny, son görev yeri olan Çeçenistan’da kayıplara karıştı; bir daha kendisinden hiçbir haber alınamadı.
(Cuny’nin Abromowitz ile birlikte Soros fonuyla kurdukları ICG’nin 2007 yılı ödülü o dönem Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Abdullah Gül’e verildi!)

Kuzey Irak’ta 
federasyon atağı
CIA, 24 Eylül 1992’de  “The Kurds: Ricing Expectations, Old Frustrations (Kürtler: Artan Beklentiler Eski Sürtüşmeler)” raporunda Iraklı Kürtlerin  “federasyon”  talebini gündeme getirdi:
 “Komünizmin çöküşü ve bunun sonucunda etnik temele dayalı küçük devletlerin ortaya çıkması, Kürtlerin de uluslararası destek alma umudunu artırdı. En azından bazı Batılı hükümetler, Kürtlerin özerklik beklentilerini desteklemeye daha istekli olabilirler: Çatışma uzar ve önümüzdeki bir kaç yılda daha da yoğunlaşırsa, Kürt toprakları için federal veya konfederal düzenleme istekleri daha da artabilir.” 
Ki Türkiye bunun işaret fişekleriyle dolu bir yıl geçirmişti. 9 Mart 1991’de Talabani’nin  “gizlice” Ankara’ya gelişi tam bir sürprizdi. Bunu skandal boyutundaki bir başka sürpriz! izledi. Özal, Barzani ve Talabani’nin Washington Büyükelçiliğindeki temsilcileri Hoşyar Zebari ile Behram Salih’i 29 Ekim resepsiyonuna resmen davet ettirdi!
2 Ocak 1991’de, NATO, hareket yeteneği yüksek bir birliğin Türkiye’ye yerleştirilmesini kararlaştırdı.
Yakın tarihin Türk Ordusu’nu hedef alan en çarpıcı tasfiye girişimlerinden biri de bu sürece paralel gelişmişti:
ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, 7 Kasım 1986’da Ankara’ya yaptığı 24 saatlik ziyaret sırasında, çantasında, daha önce 1965 ve 1974 yıllarında da Türkiye’ye dayatılan  “Musul ve Kerkük’ü alma planı” da vardı. Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ, Taft’ın bu planı görüşme isteğini reddetti.  “Kenan Evren’e rağmen”  Genelkurmay Başkanı olan Üruğ, bu olaydan sonra, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Necdet Öztorun’un önünü açmak için emekliye ayrıldı. 2000 yılına kadar Türk Ordusu’nun komuta kademelerini belirleyecek olan bu görev değişimi Özal tarafından engellendi. 
(Üruğ, Kenan Evren’in TSK içinde 12 Eylül’ün altyapısını hazırlamaya çalıştığı günlerde “1. Ordu Komutanı olarak 27 Mayıs tipi bir müdahaleyi kabul etmediğini” bildirmişti.)
Evren’in de desteğini alan Özal, Org. Öztorun’u emekli ettirdi. Ancak yerine Genelkurmay Başkanı olan Org. Necip Torumtay da 1991’de, 1. Körfez Savaşı’nda, ABD’nin Türkiye üzerinden Irak’a ikinci cepheyi açmak istemesi üzerine Özal’la ters düştü ve  “İnandığım prensiplerle ve devlet anlayışımla hizmete devamı mümkün görmediğim için istifa ediyorum”  deyip süresi dolmadan görevi bırakan ilk Genelkurmay Başkanı olarak tarihe geçti.
Torumtay’ın istifasından 4 yıl sonra anılarını kaleme alırken verdiği mesajlar manidardı:
 “ Bir ülkenin, savunma dışında bir savaşa girmesi, bağımsız ve egemen milletlerde, o ülkenin kendi milli iradesiyle olur. İttifak içerisinde dahi, o ittifakın gerektirdiği yükümlülükler milli menfaat ve hedeflerle bağdaştırılarak milli siyaset doğrultusunda, yine milletin kendi iradesiyle ve yetkili organları ile savaşa girme kararı verilir. Aksi takdirde, başka ülkelerin milli menfaatleri doğrultusunda bir savaşa sürüklenilmiş olunur. Savaş, millet için bir zorunluluk olmadıkça bir cinayettir.
(...)
Türk Ordusu’nun Irak’a girmesi gerektiğini öne sürenler, bu hareketi Türkiye için hayati derecede zorunlu mu görüyorlar? Bu konuda bir kamuoyu baskısı, milli bir görüş birliği mi var? Ülkenin bir savaşın, hem de bataklığa dönen komşu coğrafyada, Türkiye’deki çeşitli etnik ve dinsel kökenden vatandaşların akrabalarının yaşadığı bir coğrafyada süren bir savaşa çekilmesini, ne Türk halkı, ne Türk Ordusu ister...” 
Kuzey Irak’taki “kukla devlet” leşme süreci de yine Özal döneminde, Çekiç Güç’ün onaylanmasıyla hayata geçirildi.
 
YARIN: EMPERYALİZMİN ÇEKİÇ GÜÇ ETKİSİ

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (6)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
CIA’dan özerklik talebine teşvik

“Türkiye, Irak ve İran’daki Kürtlerin, merkezi hükümetlerinden daha çok özerklik ve siyasi tanınma istemeyi sürdürmelerini bekliyoruz” diyen CIA’ya göre en olası senaryo Kürtlere 
bağımsızlık yolunu açmaktı: “Her üç durumda da ulusal davaları çerçevesinde hareket edeceklerdir. Zamanla ortak çıkarları ve birbirlerine bağımlılıkları arttıkça birbirleriyle işbirliğine
 
gitmeleri de daha önem kazanabilir. Ancak kısa dönemde bunların olmasını önleyecek önemli gerginlikler ve rekabetler olduğunu görüyoruz..



Emperyalizmin 
çekiç güç etkisi

CIA bildiriyor:
“Türkiye’de giderek artan direniş, özellikle Ankara’nın PKK’ya karşı askeri operasyonu arttırması, Güneydoğu’da Kürt direnişçilere daha yoğun operasyon yapması ve Amerika’dan da bu operasyonlara destek vermesini beklemesi durumunda, Türk-Amerikan ortaklık ilişkilerinde daha büyük gerginlikler oluşabilir”
 


Balyoz Davası’ndan mahkum olan, ayrıca Cizre Kuştepe’deki kazılarda çıkan kemiklerle ilgili olarak da 9 kez ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargılanan E.J. Albay Cemal Temizöz cezaevinde yazdığı ve terör örgütünün kuruluşunu, infazlarını, katliamlarını kapsamlı biçimde anlattığı Siyasallaşan PKK Terörü kitabında Körfez Savaşı’nın maliyetini şöyle özetliyor:

“Kürdistan”ın 
temel atma savaşı
“1991’de Orta Doğu’da zengin enerji kaynaklarına sahip Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini fırsat bilen ABD, Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti oluşturma fikrini gerçekleştirmek için, Körfez krizine müdahale bahanesiyle Irak’a müdahil harekatta bulunmuş, Irak’ı 36. paralelin güneyine hapsederek, bugünkü K.Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin temellerini atmıştır.
1991 yılında K.Irak’taki yeni oluşum nedeniyle doğan otorite boşluğu ve Irak ordusunun bölgeyi boşaltması sırasında Irak’a ait silah ve mühimmat depoları KDP tarafından ABD’ye rağmen PKK’ya aktarılmıştır.
ABD, Barzani bölgesi Behdinan’da 1500, Talabani bölgesi olan Hakurki ile Süleymaniye arasındaki Soran’da 2500 PKK’lıya müdahalede bulunmadığı gibi TSK’nın K.Irak’taki PKK kamplarına yaptığı operasyonlara sınırlama getirmiş, engellemiştir. PKK’nın kırsaldaki sınırlı gücünün yanında, Erbil’de açtığı temsilcilik ile de K.Irak’ta var olduğunu göstermiştir.
ABD’nin PKK’yı kollamasının nedeni, herhalde Orta Doğu’da yapacağı müdahalelerde Türkiye’yi PKK ile çatıştırarak bağımsız politika üretmeden koşulsuz desteğini almak olarak değerlendirilebilir.”
 
Diğer devletlerin PKK’ya verdiği desteği altı safhaya ayıran Temizöz, Körfez Savaşı’nı “Avrupalı NGO’ların örgüt ile açık ilişkilerini geliştirmeye başladıkları, hatta değişik ülkelerden üst düzey bürokrat, yargı mensubu ve milletvekillerinin de direkt ve dolaylı ilişki kurmaya başladığı süreç” olarak nitelendiriyor.

“Yeni etnik devlet”in 
çıkarlarını koruma hazırlığı
Avrupalıların terör kamplarına ilgisi, ABD’nin sahadan çekildiği anlamına gelmiyor tabii. “Emperyalizmin Çekiç Güç etkisi” ni Yılmaz Polat’ın CIA Pençesinde Açılım kitabından aktarmaya devam edelim:
 “CIA, Çekiç Güç’ün Türkiye’deki Kürtlerin geleceğinin belirlenmesinde etkili olacağını bildirdi ve olası gelişmeleri değerlendirdi:
Çekiç Güç, Irak ve Türkiye’deki Kürtlerin geleceğinin belirlenmesinde en önemli öğe olacaktır. Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmaması durumunda Bağdat, Kürt bölgelerindeki denetimini, yeniden güçlendirmek için harekete geçecektir.
Ankara’nın kararı da Türkiye’nin, Çekiç Güç’ün Kürtlerin amaçları üzerindeki etkisine ilişkin tutumlara, PKK direnişinin gücüne, Washington’la ilişkiler konusundaki kaygılara ve koalisyonun Saddam’la ilgili stratejilerine bağlı olacaktır.
Amerika’nın Türkiye ve Irak’ın şimdiki sınırlarına desteği, Kürt grupların yükselen siyasi istekleriyle ve özellikle Irak’ta Saddam karşıtı koalisyonun parçası olan grupların çıkarlarıyla çatışabilir.
Türkiye’de giderek artan direniş, özellikle Ankara’nın PKK’ya karşı askeri operasyonu artırması, Güneydoğu’da Kürt direnişçilere yoğun operasyon yapması ve Amerika’dan da bu operasyonlara destek vermesini beklemesi durumunda Türk-ABD ortaklık ilişkilerinde daha büyük gerginlikler oluşabilir.
Pek olası görmesek de Kürtler, daha ciddi bir bağımsızlık hareketi başlatırlarsa, Batı, uzun zamandır izlediği politikaları değiştirmek ve yeni bir etnik devletin barışçı bir şekilde kurulmasını kolaylaştırmak, bu arada ilgili devletlerin stratejik çıkarlarını korumaya çalışmak zorunda kalabilir.”
 

Özerklik talebine teşvik
“Türkiye, Irak ve İran’daki Kürtlerin, merkezi hükümetlerinden daha çok özerklik ve siyasi tanınma istemeyi sürdürmelerini bekliyoruz” diyen CIA’ya göre en olası senaryo Kürtlere bağımsızlık yolunu açmaktı:
“Her üç durumda da ulusal davaları çerçevesinde hareket edeceklerdir. Zamanla ortak çıkarları ve birbirlerine bağımlılıkları arttıkça birbirleriyle işbirliğine gitmeleri de daha önem kazanabilir. Ancak kısa dönemde bunların olmasını önleyecek önemli gerginlikler ve rekabetler olduğunu görüyoruz..
Bunların tümü göz önüne alınırsa Iraklı Kürtler daha güçlü bir konuma sahip olacaktır.
Çekiç Güç’ün görevi sürdükçe, Bağdat’ta güçlü bir merkezi hükümet kurulsa bile Kürtler kendi kurdukları kurumları ve oldu bittiye getirdikleri özerkliği korumayı başaracaklardır. Saddam Hüseyin’in devrilmesi yüzünden Çekiç Güç’ün görevi sona ererse Irak’ta kısa süreli bir kargaşa yaşanabilir ve Kürtler, bu karışıklıktan kendi amaçlarını gerçekleştirmek için yararlanabilirler, ancak bunun doğuracağı sıkıntılardan zarar (da) görebilirler.”
 



Özal-Talabani 
bağlantısının iç yüzü
CIA, Iraklı Kürtlerin, Ankara’nın kendi siyasal etkinliklerine gösterdiği hoşgörünün Çekiç Güç’ten sonra da süreceğine inanmadıklarını ve  “Yine de karayolları için Türkiye’ye bağımlı olduklarından, bu bağları güçlendirmek için uğraşacaklarını”  belirttikten sonra Özal-Talabani bağlantısının içyüzünü açıklıyordu:
 “Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve KYB lideri Talabani, Türkiye ile Kuzey Irak arasında özel bir ilişki kurulmasını istediklerini söylediler. Buna bağlı olarak, bir ” Nüfuz Bölgesi’oluşturulması ve hatta Osmanlılar zamanında Türklere ait olan Musul’un Türkiye’nin denetimine verilmesinin de bulunduğu bildiriliyor.
Ancak Başbakan Demirel ve Türk yetkililerin büyük bölümü, sınırla ilgili herhangi bir değişiklik yapılması ve Türkiye’nin nüfusuna daha fazla Kürt’ün eklenmesi olasılığından rahatsızlık duyuyor. Iraklı Kürtlerin birçoğu da Türkiye’ye daha çok bağımlılık düşüncesine karşı çıkıyor ve Talabani’nin bu görüşleri taktik nedenlerle desteklediğini düşünüyor. “

Türkiye’ye “Kedi bile 
vermeyen” müttefik (!)
1992 yılında dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ve Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Necati Özgen’i Kuzey Irak’a gönderen ve bölgede Barzani-Talabani güçlerini yerleştirmek üzere karakollar inşa etmeyi planlayarak peşmerge liderlerini “milli güvenlik stratejisi”nin temel unsurlarından biri haline getiren Türkiye, bu “Güven”in karşılığında bakın ne aldı:
“Türkiye bizden PKK yetkililerini istiyor. Kürt yetkililerin yakalanması ve teslim edilmesi gerçekleşmeyecek bir rüyadır. Biz, değil bir Kürt’ü bir Kürt kedisini bile teslim edemeyiz.”
Yıllarca Türkiye Cumhuriyeti Devleti pasaportu taşıyan Talabani, Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla 2007 yılında Erbil’den Türkiye’yi böyle tehdit edecekti.
Talabani’nin PKK’ya, terörün en kanlı günlerinde hem Turgut Özal’ın hem de Süleyman Demirel’in Abdullah Öcalan’la “dolaylı müzakereleri”ni yürütecek kadar yakın olduğunu hatırlayınca bu çok da şaşırtıcı olmamalıydı. Kaldı ki, Abdullah Öcalan 1999’da İmralı’da, -şimdi Ümraniye davasından hükmen tutuklu olarak Silivri’de olan- H. Atilla Uğur tarafından yapılan sorgusunda, “Başlangıçta Özal’ı çok eleştirmiştim ama Talabani’yi ateşkes için bize göndermesi kanaatimi değiştirdi...” diyerek “işporta siyaseti”yle meşhur Talabani’nin tarafının anlaşılmasına yeter malzeme vermişti.
 

ABD’nin asıl prensi Barzani
Öcalan aynı sorgunun devamında, bugünlerde bir kere daha hatırlamayı gerektiren başka şeyler de söyledi:
“Amerika’nın bütün meselesi Barzani ve Talabani’yi devlet haline getirmektir. Asıl prensleri Barzani’dir, aynı İsrail’in prensi olduğu gibi...”
Yeniden Talabani’ye dönersek;
Bugün yaldızlı başlıklarla kamufle edilen “süreç” gibi, 1990’ların başında da “ateşkes” kılıfıyla yutturulmaya çalışılan “terörle müzakere ” kapsamında Ahmet Türk, Kemal Burkay, Sırrı Sakık, Feridun Yazar,  Sedat Yurttaş, Hatip Dicle, gibi birçok ismi PKK kamplarına, Öcalan’a taşıyan kişi de Talabani’ydi. 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye’de 11 askerimize esir tulumları giydiren ve başlarına çuval geçirerek sorgulayan ABD askerlerine “rehberlik” eden kişi ise tesadüfe bakın ki Celal Talabani’nin oğlu Befal’den başkası değildi.
Ve AKP iktidarı yıllar sonra, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı Berlin’e, işte bu Talabani’nin ayağına göndererek PKK ile pazarlık sürecinin arabuluculuğunu üstlenmesini isteyecekti.

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (7)

 

İlk taşı en günahsızı atsın; 
TBMM’deki Kürtçe yemin şovundan sonra, terör örgütü üyeliğinden hapse mahkum olan Leyla Zana, AB’nin yoğun çabalarıyla yeniden yargılanmak üzere serbest bırakıldığında ilk iş, PKK’nın Türkiye’ye tamamen yerleştiği 1991 yılındaki “mücadelelerini” dirilteceklerini söyledi

CIA ne planlarsa planlasın, ABD ne amaçlarsa, AB neyin zeminini hazırlarsa hazırlasın; günlerdir anlattığımız “kirli tezgâh” eğer 30 yıldır, 40 yıldır,-dön en başa ta Şark Meselesi’nden bu yana, ta
Hamidiye Alaylarından, ta Aşiret Mekteplerinden, ta Sevr’den, Şeyh Sait’ten bu yana-hâlâ tıkır tıkır işleyebiliyorsa; tersler bu kadar kolay düz, düzler bu kadar kolay ters kabul edilebiliyorsa,
 
-hem de evlat acısı varken arada-sindirilebiliyorsa bir toplumda; demek ki “çuvaldız”ı hak edenler burada, içimizde bir yerlerde...

Çok değil, 20 yıl önce Adana’da, Bursa’da, İstanbul’da, Kars’ta askerler ve polisler  “Hükümet istifa”  diye yürüyorlardı bu ülkenin sokaklarında. Meslektaşlarının  “al bayrağa” sarılı tabutları omuzlarında, adım adım ilerlerken şehitliklere, yer gök inliyordu  “şehitler ölmez” diye!
Şimdi gidin,  “Tekbir” deyip  “ölümsüzlüğünü” ilan edin bakalım şehidinizin; o cami avlusunda, musalla taşının başında ilk kim yapışacak yakanıza?
Çok değil, 20 yıl önce terör eylemleri karşısında,  “insan hakları”, “demokrasi”  maskesiyle sinmeye meyleden hükümete karşı -Cumhuriyet tarihinde başka kaç örneği vardır bilmem- devletin polisi, devletin askeri  “nümayiş”te bulmuştu çareyi! 
 
Bugünlerde  “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyeni terörist ön kabulüyle yaka paça gözaltına alan “Türk polisi” bundan 20 yıl önce, “mevzu bahis vatan” olduğu için alenen kafa tutuyordu siyasilere:
 “Askeri, polisi şehit eden bölücüleri hapishanelerde rahat ettirmek için çaba sarf edenler devleti korumada neden sessizler? Soruyoruz; Meclis kürsüsünde paçavra bayrak göstermeleri yetmedi mi, daha ne kadar taviz verilecek?” 
 
Yetmemişti!

“15-20 sene sonra Türkiye’yi 
demokratik yolla ele geçirecekler” 
Meşhur  “90’lar”ın arifesinde,  “işlerin PKK’nın istediği mecrada ilerlediğini” görüp, bunu yüksek sesle ifade eden üç beş kişiden biri, dönemin Olağanüstü Hal Bölge Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral İsmail Selen’di. Selen’in o gün kulak ardı edilen  “15-20 sene sonra demokratik yolla bile Türkiye’yi ele geçirirler” açıklaması, tahmininden de önce doğrulandı. 
ANAP’lı Cemil Çiçek, Selen’in ikazından 10 gün sonra, 17 Eylül 1989’da, Turgut Özal başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda,  “Güney Doğu’da devlet görüntüsü verilmemesi, nasihat heyetleri oluşturulması, orada yaşayanların PKK’lıların cesetlerini gördüklerinde ne hissettiklerinin araştırılması, Kürt lehçeleri üzerine konuşacak-yazacak uzmanlar yetiştirilmesi...”  gibi bir dizi  “tedbir”  önerecekti!
Çiçek’in çabaları, görünürde ’halkın psikolojisini anlamak ve uygun politika üretmek’gibi naif bir hedef uğrunaydı fakat  “Biz yapmazsak ABD veya Avrupa’daki Kürt kuruluşları nasıl olsa yapacak” çıkışıyla, Özal’ın  “Kürtçe yayın”  teklifine ve böylece “ülkenin demokratik yollardan ele geçirilmesi” kapısının aralanmasına zemin hazırladı. PKK’nın başındaki cani  “Aslında bizi en iyi anlayan Özal’dır. Hatta eminim, bize biraz da olsa sempati ile bakıyor. Bizimle ilgili çok düşünüyor. Bu belli. Belki beni aramayı bile düşünüyordur...”  derken haksız sayılmazdı.

“Ben bu devleti kurdurmam” 
diyenlerin yerini “Ben bu 
devleti kuracağım” diyenler aldı 
Korgeneral Selen, (İki yıl sonra, suikast sonucu ebediyen sustu(ruldu) Hulki Cevizoğlu’na verdiği röportajda Türkiye’nin bu “bataklığı” ancak “Ben sana bu devleti kurdurmam diyenlerin çoğalması”yla kurutabileceğini anlatırken (Cevizoğlu’nun röportajını ve “1991 ruhu” nu olgunlaştıran şartları, Ya Sev, Ya Sevr kitabında okuyabilirsiniz), SHP tam tersini yapıp  “Ben bu devleti kurarım” diyenleri TBMM’ye taşıyacaktı. 
6 Kasım 1991’de, PKK yanlıları TBMM Genel Kurulu’nda hayli stratejik bir psikolojik “eşiği” aşmayı başardı (!)
Öcalan’ın kararı doğrultusunda “sözde eyalet komutanlıklarının önerileriyle” belirlenerek SHP listesinden milletvekili seçilen HEP’liler, Genel Kurul salonuna giysilerine iliştirdikleri PKK sembolleriyle girdiler. Genel Kurul’a sarı kırmızı yeşil mendillerle girenlerden biri, Sedat Yurttaş, yakasında terör örgütünün rozeti takılı olduğu halde TBMM Geçici Başkanlık Divanı’nda görevliydi.
Yemin etmek üzere kürsüye gelen Hatip Dicle,  “Ben ve arkadaşlarım bu metni Anayasa baskısı altında okuyoruz...” diyerek, yemine uymayacaklarını ilan etti. Dicle, kısa süre sonra, HEP Kurultayı’nda çıtayı biraz daha yükseltip “Devletin muhatabı PKK’dır”  diyecekti!
TBMM’deki PKK şovunun başrolünde Leyla Zana vardı. Kürtçe yemin eden Zana,  “milletvekilliği”ni hükümsüz kılan eylemini  “bilinmeyen bir dilde (!)”  sloganlarla bitirdi.
Salon mu?
SHP ve ANAP sıralarında tık yoktu.
 

SHP’liler “Kürdistancı”lara 
siper oldu
1989’da hazırladıkları “Kürt Raporu” yla  “terörle silahlı mücadele”ye karşı çıkan,  “ana dilde eğitim”  ve  “Kürt kimliğini hayatın her alanında belirtme”ye imkan tanıyacak bir “anayasa değişikliği”  öneren SHP’lilerden, zaten kimse “tepki” beklemiyordu. Kaldı ki, SHP Grup Başkanvekili Mahmut Alınak’ın Meclis görüşmeleri sırasında kullandığı “İki gencimiz şehit oldu, biri PKK’lı” ifadesine vizeyi, bizzat   “Bir milletvekilimiz kendi yöresinden gelmiş olmanın baskı ve hisleri içinde benden biraz farklı konuşabilir” diyen Genel Başkan Erdal İnönü verecekti.
(SHP 1990 ve 1993 yıllarında konuya ilişkin iki rapor daha yayınladı. Erdal İnönü ve Deniz Baykal başkanlığında, Hikmet Çetin, Fuat Atalay, Eşref Erdem, Cumhur Keskin tarafından hazırlanan ve Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı’nın  “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten hakkında soruşturma başlattığı 1990 raporunda  “Değişik dil ve kültürlerin devlet eliyle araştırılması, bunlarla ilgili enstitüler kurulması, köy koruculuğu, OHAL ve ” ilkel bir politika “olan” ana dil “yasağının kaldırılarak” ana dil öğrenimi “nin güvence altına alınması”  savunuluyordu. CHP de 1993, 1998, 2000, 2002 ve 2006 raporlarında benzer görüşleri tekrarladı. 5 Ağustos 1998’de Diyarbakır’da “sorun”un adını  “terör”  değil  “Kürt”  koydu.)
Alınak ilerleyen günlerde bu kez; “Generallerin bölgedeki fiili etkinliklerine son verilmesini, MGK’nın kaldırılmasını, Genelkurmay Başkanı ve komutanların parlamento tarafından görevinden alınabilmesini, valilik ve kaymakamlıklar kaldırılarak “bölge meclisleri” oluşturulmasını ve genel af”fı gündeme getirdi.
 
Türk ordusu, 24 Şubat 1992’de SHP’li Yurttaş tarafından “işgal ordusu” olarak nitelendirildi!
Yurttaş ile birlikte Güney Doğu’ya giden SHP’li Ali Yiğit ve Algan Hacaloğlu, 5 Mart 1992’de İdil’de, bedenlerini  “Vur gerilla vur, Kürdistan’ı kur” diyenlere siper etti:
 “Tanklar, tüfekler bizim cesedimizi çiğnemeden, Meclisi yerle bir etmeden size ulaşamayacaktır...”
 

Demirel ve İnönü 
Zana’yı hiç yormadılar
6 Kasım 1991’de, PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan okumasına, sıralara vurmak gibi olağanüstü sert(!) bir tepki gösteren DYP, protesto ettiği SHP ile koalisyon ortağı oldu.
Üstelik çiçeği burnunda ortaklar hayli uyumluydu.
15 Kasım 1991’de Leyla Zana TBMM’de mücadelesini  “kanının son damlasına kadar” sürdüreceğini söylerken, DYP ve SHP sadece bir gün sonra 16 Kasım 1991’de açıkladığı  “Güneydoğu Önlemler Paketi” yle, Zana’ya  “sen zahmet etme, bize bırak” der gibiydi. İki parti  “ana dillerin kullanılmasına ilişkin bir Kürt Enstitüsü kurulması” nda uzlaşmış ve  “demokratik özerklik” için oluşturulan yasal çerçevenin kilometre taşlarından  “Paris Şartı ve AGİK sürecine uymak” konusunda anlaşmıştı. (Sevr’de “Kürtler dilerlerse bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurabilecek” dinamitiyle başlayan, Wilson İlkelerinde “İmparatorluğun Türk olmayan kısımlarında Osmanlı egemenliği altında otonom idareler” formülüyle pekişen sürecin altın vuruşu TBMM’de 4 Haziran 2003 günü kabul edilen “halklara kendi siyasi statülerini serbestçe tayin hakkı” tanıyan 4867 ve 4868 no.lu “İkiz Yasalar” la oldu.)
Gerçekten de Zana’nın “kanının son damlasına kadar mücadele etmesine”  gerek kalmamıştı. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve Kuvvet Komutanları arka arkaya  “Çayımıza zehir kattılar, kahvemize siyanür attılar, ölüyorduk”  açıklamaları yaparken, Demirel ve İnönü  “çeşnicibaşı ordusu”  eşliğinde çıktıkları  “şefkat turu” nda,,  “Zana ve Dicle sesimizdir”  pankartları altında  “Kürt realitesi”ni tanıyıverdi!
Yazık ki, “evet” ama “yetmez”di; ABD Kongresi’ne bağlı Avrupa Güvenlik İşbirliği Komitesi’nin toplantısında konuşan Ahmet Türk, “Aramızda bazıları Kürt devletinin tanınması için gerekli reformların yavaş yavaş olması nedeniyle silahlı mücadeleyi tercih etti. İşlem yollarımız farklı fakat amacımız aynıdır” diyerek nihai hedeflerini bir kere daha işaret etti.
Gaflet (ve ihanet) bulaşıcıydı; “Genel af, OHAL’in kaldırılması, Koruculuğun kaldırılması, Anti-terör yasasının kaldırılması, her türlü görüşe örgütlenme hakkı”  taleplerini içeren  “49’lar bildirisi”ni HEP kökenliler ve özSHP’liler(!) dışında DYP’li, ANAP’lı ve RP’li milletvekilleri de imzalamıştı.

Öcalan TBMM’yi yokluyor...
Türk Milleti  “gerçekleri”, ne hazindir ki “milletin vekilleri” nden değil, eli kanlı katillerden öğreniyordu. Öcalan, 6 Kasım 1991 gününün  “aslında ne anlama geldiğini”  şöyle izah etti:
 “Kürt halkı gerçeğinin ne kadar ifade edilebileceğini göstermek için zemin yokladım!”
 
Zemin “müsait” olmalıydı ki; arkası çorap söküğü gibi geldi:
PKK’lıların cenazeleri SHP’lilerin katılımıyla şova dönüşüyor, Öcalan’ın annesi Ankara’da  “eli öpülesi kadın”  oluyor, teröristler yol kesiyor, kimlik kontrolü yapıyor, mahkeme kurup yargılama yapıyor, İstanbul’un göbeğinde alışveriş merkezleri kundaklanıyor ve PKK 1984’ten beri ilk defa kışı Türkiye’de geçirme cesareti buluyordu.
İşte, 17 Mart 1994’te, Hatip Dicle, Selim Sadak ve Orhan Doğan ile birlikte tutuklanan, 8 Aralık 1994’te yasa dışı örgüt üyeliğinden mahkûm olan ve AİHM kararı doğrultusunda yeniden yargılanmak üzere 8 Haziran 2004’te  serbest bırakılan Leyla Zana’nın Ulucanlar Cezaevi çıkışında  “yeniden canlandırma”  andı içtiği “1991 ruhu”  buydu!
Ve bu “ruh çağırma” seansı Türkiye’ye pahalıya patlayacaktı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (8)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
ABD füzelerini satın alabilmek için
PKK’ya karşı kullanmama sözü verdiler
Askerin terör örgütüyle mücadelede şehitler verdiği dönemde siyasi iktidarın Öcalan’la kurduğu muhabbet TSK’yı kahretti. Yurt içinde operasyon yapabilmesi “en üst düzeyde izne” bağlanan 
Türk Ordusu; yurt dışında da “Güney Doğu’da sivil katliamı yapmak”la suçlanıyordu...



ABD füzelerini 
satın alabilmek 
için PKK’ya karşı 
kullanmama sözü verdiler

Askerin terör örgütüyle mücadelede şehitler verdiği dönemde siyasi iktidarın Öcalan’la kurduğu muhabbet TSK’yı kahretti. Yurt içinde operasyon yapabilmesi “en üst düzeyde izne” bağlanan
Türk Ordusu; yurt dışında da “Güney Doğu’da sivil katliamı yapmak”la suçlanıyordu.

Sade siyasi partiler değil, ABD ve AB fonlu “NGO(!)larla eşzamanlı olarak” yerli sivil toplum kuruluşları”da uymuştu “Kürt raporu” hazırlama modasına. 1995’te Yalım Erez başkanlığında Doğu Ergil tarafından TOBB için hazırlanan Doğu Sorunu Teşhisler ve Tespitler raporuyla popülarite kazanan “mozaik” ifadesi, dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş tarafından “Ne mozaiği ulan” denilerek  reddedilmişti ama “millet”i bir ve bütün tutan “ortak paydaların” dönüşümü çoktan başlamıştı.

Klasik Atatürkçülük öldü 
12 Eylül ile ilgili  “Bizim çocuklar başardı”  itirafının sahibi CIA İstasyon Şefi Paul Henze, 1993 yılında hazırladığı raporda  “Klasik Atatürkçülüğün öldüğünü”  ilan etti!
 “Kemalizm”e karşı, Türkiye’nin  “Yeni Dünya Düzeni” ndeki kimlik ifadesi  “Ilımlı İslam”  olarak belirlendi.  “Ilımlı İslam”, Samuel Huntington gibi  “teorisyen” ler eliyle  “Atatürk ve kurduğu ulus-devlet modeli” ne “karşı formül” olarak geliştirildi. Huntington’a göre tek  “nitelikli uygarlık” Batı’ydı ve ne ona ulaşmak, ne de onu taklit mümkündü. Oysa Atatürk, Batı’yı yenmişti! Teorisinin hükmünü kaybetmemesi için Huntington’un da tek seçeneği; Atatürk’ü yenmekti!

En kötü senaryo 
Satranç tahtasında kurgulanan bu hamlelere paralel Graham Fuller “Kürt Sorunu”  odaklı bir “Türkiye raporu” hazırladı. Rapora göre; Irak parçalanmalıydı. Üniter Irak, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına aykırıydı. Amerika’nın planı, Türkiye’deki Kürtlerin özerkliğe kavuşturulmasıydı. Bu sayede Irak’ın kuzeyiyle bütünleşme sağlanabilir; “Kürdistan” kurulabilirdi. ABD’nin öngördüğü en kötü senaryo ise üniter Türkiye ve üniter Irak’ın yakınlaşmasıydı. (Bugün aynı plan Barzani üzerinden, tersinden uygulanmaya çalışılıyor)
Bu çerçevede 1993 Mayıs’ında iki misafir ağırladı ABD:
Leyla Zana ve Ahmet Türk,  Öcalan’ın talimatıyla Amerikalılarla  “Kürt sorununun çözümü”nü konuştu.

Hasan Cemal Bekaa’da...
Tam da o günlerde PKK kampındaki  “Türkiyeli konuk” trafiği de hızlanmıştı. Öcalan, Mehmet Ali Birand’dan sonra Bekaa’ya giden Hasan Cemal’le görüşmesini şöyle anlattı:
“1993 sürecinde, Hasan Cemal, Bekaa’ya yanıma geldi. Sıcak ve samimi bir görüşmeydi. Bana devlet katında olanları anlattı. O zamanın İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’den de “üslubuna dikkat etsin bizim sert konuşmalarımızı da dikkate almasın” mesajı getirdi.” 
Cemal’in sonraki PKK görüşmeleri de  “Ankara aktarmalı” olacaktı. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 2009 yılındaki  “Açılım”ı takdim toplantısına davet edilen “12 seçilmiş kişi” den biri olan Cemal, Türk Ordusu’nun bertarafına dönük hamlelere  “demokratikleşme”  diyerek büyük destek vermişti. İroniktir ki, gazetesiyle yollarının ayrılmasında “bardağı taşıran” damla da, “İmralı Zabıtları” haberini  “aşırı dozda”  sahiplenmesi olacaktı.

Bu nasıl bir oyun?..
Öcalan, TSK’nın canhıraş mücadeleye giriştiği günlerde, Türk hükümetiyle olan flörtünü anlatırken, sorgusunu yapan komutan H. Atilla Uğur’un aklından bakın neler geçiyordu:
“Apo, heyecanla bunları anlatırken, o yıllarda verdiğimiz şehitleri, kolundan, gözünden, bacağından olan gazilerimizi düşündüm. Şehitlerimizin ailelerini gözümün önüne getirdim. Demek ki devletin başındakiler hem bizleri terörle mücadele için görevlendiriyor, Apo ve örgütünü yok etmek için çalışıyor görüntüsü veriyor, hem de akan kanlarımızın sorumlusuna gazetecilerle sıcak mesajlar gönderiyorlardı. Peki bunu, ben ve benim gibi savaşan asker, polis, savcı, hakim, öğretmen, korucu biliyor muydu? Hayır. Bu nasıl bir oyundu?” 
PKK’ya ağır kayıplar verdirdikleri o yıllarda, gencecik bir Türk subayı olarak  “Operasyona çıkabilmek için oldukça üst birimlerin onayının alınması şartı” getirilmesini anlayamayan Uğur,  “nasıl bir oyun” un içine düştüklerini ancak yıllar sonra, Silivri Cezaevi’ne atıldığında anlayacaktı.

“Demokrasi” ile yıkım 
ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi Joint Forces Quartly, 1995 Sonbahar sayısında “The Greater Middle East” başlığı altında “Büyük Orta Doğu”yu mercek altına aldı.
Bush’un  “Amerikan Barış Enstitüsü”ne atadığı Daniel Pipes, da “There Are No Moderates; Dealing With Fundamentalist İslam” makalesinde, köktenci gruplar karşısında “Ilımlı İslam” metodunun karargâhını resmen açıkladı:

Türkiye!
Böyle adım adım gidince, Graham Fuller’in 2002’de, Foreign Affairs’daki  “Siyasal İslamın Geleceği” makalesinde,  “katı devlet ideolojisinin demokrasi ile yıkıldığına” atıfla “Türkiye kesinlikle bir model haline gelmektedir” diye sevinmesinin nedeni daha iyi anlaşıyor değil mi!
Fuller haklıydı; 11 yılda  “demokrasi” silahıyla(!) Türkiye Cumhuriyeti’nin en stratejik kaleleri bir bir yıkılacaktı!

Erbakan’dan Öcalan’a  “Barış” çağrısı 
1995-96 yıllarında Amerikalılar  Güneydoğu’yu  “komşu kapısı” yaptı. Senatör Claiborne Pell ve yardımcısının gezisinden kısa süre sonra, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Robert Pelletreau Türkiye’de Barzani ile “gizlice görüştü”.
 “Kürt sorunu” artık Washington’da da “denge unsuru”ydu. Kongredeki PKK lobisinin itirazları yüzünden, Türkiye, 1995’te ATACMS füzelerini ancak  “PKK’ya karşı kullanmayacağı”  taahhüdüyle satın alabildi!  Bunu, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün “Türkiye silahları Güneydoğu’da sivillere karşı kullanıyor” propagandası takip etti.
Türkiye ile çok daha hayati bir pazarlığa hazırlanan ABD, 16 Temmuz 1996’da, Madeleine Albright’ı Ankara’ya, Çekiç Güç’ün uzatılması için ikna turuna yolladı. Albright, Necmettin Erbakan’dan istediğini almıştı; TBMM süreyi 6 ay uzattı.
Bu arada CIA’nın 1 Kasım 1996 tarihli toplantısının gündeminde TSK’nın Refah Partisi hakkındaki düşünceleri de vardı. Ki, irtica/laiklik merkezli olmasa da Erbakan gerçekten de TSK’nın hoşlanmayacağı hamleler içindeydi. O da  “Öcalan’a mesaj yollayanlar” kervanına katılmıştı. Terör örgütünden “barış”  talep eden Erbakan’ın aracıları Fethullah Erbaş ve İsmail Nacar’dı.
Öcalan’a kravat hediye ettiği söylenen Demirel’den, kalem hediye eden Özal’dan sonra Erbakan’ın mektubu neydi ki! Kaldı ki arada Tansu Çiller Talabani aracılığıyla “ateşkes” pazarlığına girmiş, Mesut Yılmaz   “özel danışmanı” Alev Alatlı’yı Öcalan’la buluşturmayı denemişti! Yiğidi öldür hakkını ver;  “liderler turu” nda Öcalan’ın kulağında  “hoş sada” bırakmayan tek isim Çiller’di!

Kuklalar kapışması 
Çekiç Güç’ün süresi uzamıştı ama bu sefer de Talabani-Barzani çatışması yüzünden varlığı risk altındaydı. ABD’nin isteğiyle Saddam Hüseyin’e çatışmayı körüklememesi mesajını ileten Tansu Çiller’in aracılığı işe yaramamış, ABD, Çiller’in cevabını beklemeden 3 Eylül 1996 günü Irak’a kesintisiz 34 gün sürecek füze saldırısını başlatmıştı.
Irak’taki kuklaları birbirine düşünce; ABD mecburen kriz yönetimi için sahaya indi.   “PKK’nın Türkiye’ye sızmasını önlemek istiyoruz” diye kandırdığı Türkiye’nin de desteğiyle, Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri  “eğitmek(!)” üzere Guam adası üzerinden ABD’ye taşıdı.

Ne çektin be Sezgin Tanrıkulu 
Robert Kennedy adına verilen İnsan Hakları Ödülleri’nin 1997 yılı sahipleri Türkiye’dendi.  Ve içlerinden biri  bugün kamuoyunun çok yakından  tanıdığı biriydi:
Sezgin Tanrıkulu.
21 Kasım 1997’de ABD’ye teşekkür konuşmasında  “Türkiye’nin Kürdistan diye bilinen Güneydoğusunda savaş var. Son 10 yılda 26 bin kişi öldürüldü. Bunların 3 bini siyasi suikast sonucu öldürüldü. Savaş bölgesinde avukatlık yapan birisi olarak ne çektiğimi bilemezsiniz!” diyen Tanrıkulu bugün CHP’nin en tepesindeki yöneticilerden biri! 

Bu taşın altında da İngiltere
Ve iktidarı  “kuma” durumuna düşürecek bir  “nikah” haberi...
Barzani ile Talabani, 17 Eylül 1998’de Washington’da Madeleine Albright gözetiminde anlaştırıldı!
Bu anlaşmanın mimarının İngiltere olduğunu söyleyen Öcalan, Talabani’yle ilgili sorgusunun değişik safhalarında hep aynı iddiayı tekrarladı:
 “Otonom bir Kürt devleti kurulmasında ABD ve İngiltere birlikte hareket ettiler...
Talabani İngiliz güdümündedir. İngiltere’nin en sistemli şekilde yönetebileceği kişidir. Her zaman ikili ve üçlü oynamıştır...
Bizim konumuza en akıllı yakışan İngiltere’dir. İngilizlerin esas ilgi alanı Celal Talabani’dir..
Politika ve senaryoları İngiltere oluşturur, Amerika’ya uygulattırır. Tabii bu konu ile ilgili ortada hiçbir belge yoktur. Gelişmelerde asıl dikkat edilmesi gereken İngilizlerdir...
İngiltere bizimle hiç siyasi ilişki kurmadı ama bazı lordlar benimle görüşüp ‘sizi destekliyoruz’ dedi..” 
Aslında İngiltere, 2008’de Leyla Zana’ya Parlamento’da “Gücümüzü PKK’dan alıyoruz”  diye Kürtçe konuşma yaptıracak kadar konunun içindeydi.
 
YARIN: HAZAR PETROLLERİ İÇİN GÜÇ MÜCADELESİ

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (9)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

KIYAMET SENARYOSU

Hazar petrolleri savaşını kazanabilmek için NATO maskesiyle Karadeniz’e sızmayı deneyen ABD, Türk ordusu tarafından “oyun dışı” bırakılmanın bedelini, 1999’da Ulusal Savunma Enstitüsü’nde hazırlanan ve “cami bombalamaları ile radikal İslamcı-ayrılıkçı Kürt ittifakının orduya karşı mücadelesi”ni öngören senaryoyu uygulayarak ödetecekti!..
 
Bill Clinton 1997’de, “ABD çıkarına dayalı ekonomik milliyetçiliğin gerekirse silah zoruyla egemen kılınması”nı öngören “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” ni imzaladı. Buna göre kendi kaynakları tükenecek olan ABD için “iki yüz milyon varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi yaşamsal önemde”ydi.
Gelişmeleri dikkatle izleyen TSK, tarihinin en kritik kararlarından birini aldı ve “Milli Askeri Konsepti”ni değiştirdi. Buna göre TSK’nın “bağımlı” olduğu noktalar tespit edilerek iyileştirilecek, modernize edilecekti. Türk Ordusu, Brüksel veya Washington’dan bağımsız karar alma kabiliyetini ortaya koymuştu. 
İstihbarat ağının gözlem ve analizlerine dayanarak “Türkiye’nin 2015 yılına kadar alacağı tavrın ve ülke içindeki gelişmelerin, ana çıkarlarının bulunduğu Orta Doğu’da belirleyici olacağı” sonucuna varan ABD, TSK’nın kendisine danışmadan aldığı bu karardan memnuniyetsizliğini bildirmekte gecikmedi:
“Türkiye’nin, bölgede bağımsız bir güvenlik faktörü olarak güçlenmesi ve artan askeri gücü bölgedeki istikrarsızlığı arttırmaktadır!” 

İlişkilerinin 
en kötü dönemi
Uluslararası görevlerde de bulunmuş bir çok üst rütbeli subay hemfikirdi; Türk-Amerikan ilişkilerinin en kötü dönemi 1997-2000 yılları arasında yaşanmıştı.
1997 yılında, TSK’nın Ukrayna’yla yürüttüğü denizlerde Güvenlik ve Güven Arttırıcı Önlemler (GGAO) çalışması ve Karadeniz donanmalarıyla Çağrı Gücü (BLACKSEAFOR) kurma anlaşması (2001) ABD’nin bu rahatsızlığını arttırdı. 
GGAO’nun, donanmasının açık denizlerdeki hareketlerini kısıtlayacağı endişesi taşıyan ABD, TSK’ya bundan vazgeçilmesi için çok baskı yaptı, ancak sonuç alamadı. 
Karadeniz Çağrı Gücü’ne dahil olma talebi de “sahildar ülke” olmadığı gerekçesiyle reddedilen ABD’nin, bu ittifaka Yunanistan’ı sokma çabaları da boşa 
çıktı. 
ABD’nin Karadeniz’e kıyısı bulunmayan Yunanistan’ı Çağrı Gücü’ne katma niyetinin geri planında “Pontus tezi” vardı. 

Oyun dışı 
kalmanın hıncı
ABD, Hazar hattını kontrol için Karadeniz’e yerleşme planları yaparken TSK bölgeyi kapatmıştı. “Yeni dünya”nın en büyük enerji kapışmalarından biri burada yaşanacaktı ve ABD artık oyunun dışındaydı!
ABD cephesinden bakıldığında bu denli iç karartıcı olan tablonun oluşmasını sağlayan; yani BLACKSEAFOR projesinin kuruluşu ve uygulanmasında görev alan TSK mensuplarının tamamı Balyoz Davası’nda yargılandı! Dahası, 1992’den bu yana BLACKSEAFOR, Karadeniz Uyumu Harekatı, Akdeniz Kalkanı Harekatı, Hint Okyanusunda konuşlanma gibi girişimlerin planlayıcısı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Plan Prensipler Daire Başkanlığı yapan yedi amiralin tümü ve MİLGEM gibi millileştirme projelerinde görev alan denizciler de Balyoz’a maruz kalarak cezalandırıldı!
Manidardır, tutuklandığı gün eski Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’u da “Karadeniz çıkarması”nın yaktığını iddia edenlerin sayısı hayli fazlaydı. Genelkurmay Başkanlığı dönemindeki en çarpıcı açıklamasını Karadeniz’de, Oruç Reis Fırkateyni’nde yapan Başbuğ, “TSK’ya karşı asimetrik, psikolojik harekat yürütüldüğünü” vurgulayarak, sert bir tonda “Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yasaların kendisine verdiği görev ve sorumlulukları yerine getirmeye hazır olduğunu ve hazır durumda olmaya mecbur olduğunu” 
söylemişti. 
Bir Ukrayna gazetesinin haberine göre de Başbuğ, Ergenekon-Balyoz soruşturmaları dolayısıyla Moskova’ya yapmayı planladığı ziyareti iptal etmek zorunda kalmıştı. Ancak aynı tarihlerde Rusya Deniz Kuvvetleri Komutanı Vladimir Sergeyeviç Visotskiy, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in resmi konuğu olarak Türkiye’ye gelecek ve “Karadeniz’deki mevcut işbirliğinin ileriye taşınması için” karşılıklı atılabilecek adımları görüşecekti.

Doğu Akdeniz’de 
endişe
“Karadeniz”in Türk-Amerikan ilişkilerindeki “belirleyici” rolü, ABD eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın, ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri Komutanı ve NATO Müşterek Kuvvet Komutanı Michael Mullen ile dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 2005 yılı Mart ayında yaptığı görüşmeyle ilgili notundan da anlaşılıyordu.
WikiLeaks sanal “bavulu”ndan çıkan nota göre, Mullen Özkök’e Karadeniz’de Rusya ile rekabet edebilecek ve Türkiye öncülüğünde oluşturulacak bir NATO gücünü faaliyete geçirmeyi teklif ediyor. Özkök ise, “sivil darbe”ler marifetiyle idareleri Amerikan yanlısı olarak yeniden dizayn edilen Ukrayna ve Gürcistan gibi “gelişmekte olan demokrasiler(!)”in Rus etkisini kırdığını söyleyip, konuğunun yüreğine su serpme yolunu seçerek, konuyu geçiştiriyordu.
ABD Türkiye eski Maslahatgüzarı Nancy McEldowney’in aktardığına göre, aynı günlerde Mullen’in halefi ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri Komutanı Henry G. Ulrich de, Genelkurmay Başkanı Özkök ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek ile görüşmesinde, ABD’nin yılda 2-3 kez Karadeniz’e gemi göndermesini ve Karadeniz Uyum Harekatı’nın elde ettiği istihbaratın NATO ile paylaşılmasını istiyordu. Amerikalıların, Türk komutanlardan bir diğer talepleri ise Türkiye’nin Bulgaristan ve Romanya ile ortak hareket etmesiydi!
WikiLeaks’ten sızdırılanlara göre, söz konusu görüşmede Örnek’in Bakü-Tiflis-Ceyhan trafiğine maruz kalacak olan Doğu Akdeniz’in durumunu gündeme getirmesi, Amerikalıları “Türklerin Doğu Akdeniz’de ulusal operasyonları ve Türk donanmasının Kıbrıs yakınlarındaki etkinliğinin artmasının muhtemel reaksiyonları” konusunda endişelendiriyordu!
 “Donanma” üzerinden varılmak istenen yer ayrıca bir araştırma/dizi konusu olacak kadar derin ama yeri gelmişken TSK’nın, tıpkı havada-karada PKK’yla mücadelede olduğu gibi, denizde de, örneğin Rumların (Akdeniz), Ermenilerin (Karadeniz) taraf haline getirildiği alanlarda dümenini, ABD’nin çizdiği rota yerine “milli menfaatler” den yana kırdığı için “hedef” haline geldiğini gösteren bu örnekler, olan bitenin küresel güç savaşında Türkiye’ye biçilen role biat edip etmemekle ilgili olduğu gerçeğinin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Yeşil Kuşak’ı 
güncelleyen diyalog
Konumuza dönersek, CIA Orta Doğu Şefi Fuller ile “açılımın mimarı” olarak nam salan Henry Barkey’in ortaklaşa yazdığı Kürt raporu, gelecek yılların da en az 1997 kadar hareketli geçeceğinin işaretini verdi:
 “Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemlerle çözme cesaretini gösterecek lider yoktur!”
Bunlar rastgele seçilmiş ifadeler değildi. Bu rapordan kısa süre önce 1996’da o “cesur siyasetçi” yi keşif turuna çıkan ve Fuller gibi CFR için de çalışan ABD eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’in yolu İstanbul’da Tayyip Erdoğan’la kesişmiş; kendisine gerekli mesaj iletilmişti:
 “Siz, İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!..” 
Türkiye’nin bölgesinde “demokratik bir İslam ülkesi” etiketiyle “model” olabileceği söylemi, 1998’de ABD’nin Uluslararası Din Özgürlüğü Yasası’nı kabulünden sonra hızla yayıldı. 
Yasanın resmi amacı, “ABD’nin din sebebiyle yabancı ülkelerdeki baskı görmüş bireylere desteğini güçlendirmek ve ABD dış politikasının bu kişilerin yanında olduğunu beyan etmek; yabancı ülkelerdeki din özgürlüğü ihlallerine cevap vermede ABD’nin alacağı önlemlere otorite kazandırmak...”tı.
Dinler Arası Diyalog çalışmaları bu zemini temel aldı. Ki zaten ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright dünyadaki çatışmaların temelinde din farklılıklarının olduğunu ve üç semavi dinin anlaşması gerektiğini söyleyerek o temeli çoktan atmıştı. Böylece, Afrika ve Orta Doğu’daki Rus izlerini “temizleyerek”, Yeşil Kuşak’ı güncellemek de mümkün olacaktı!

Kehanetti 
gerçek oldu!
30-31 Mayıs 1998’te Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü’nde hazırlanan ve artık iyice tanıdığınız Fuller-Barkey ikilisi tarafından açıklanan “Kıyamet Senaryosu” Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan Kayseri ve Çorum’daki camilerde bombaların patlaması, polis bastıramadığı için askerin devreye girdiği bir halk ayaklanması, asker-polis, Alevi-Sünni, laik-anti laik çatışması öngörülüyordu! Polis, Sünni ve anti-laiklerin safına geçecek, ordu parçalanacak, radikal İslamcılar ayrılıkçı Kürtlerle birleşip orduya karşı mücadeleye başlatacaktı!
Bütün bunların “senaryo” olarak kalmadığını ve yaşadığımız “şey”in aslında tam da o “kıyamet” olduğunu söylemeye lüzum yok herhalde!
Pentagon’a göre Türk ordusu ABD’den uzaklaşıyordu ve onu ABD politikalarına uygun bir çizgiye sokmak zorunluydu!
Amerikalıların Türkiye üzerine bir sonraki “senaryosu” 1999’da yazıldı. Bu da tıpkı “Kıyamet Senaryosu”ndaki “cami bombalama öngörüsü(!)” gibi Balyoz sürecini başlatan gelişmelerin habercisi niteliğindeydi.
ABD Milli Güvenlik Akademisi’nde görevli Orta Doğu uzmanı Judith S. Yaphe’nin savaş senaryosuna göre, Türkiye’de ordu ile türbanlı öğrenciler arasında çatışma çıkacak, gelişmelerden rahatsız olan genç subaylar da orduya başkaldıracaktı. Öyle anlaşılıyor ki “Genç Subaylar Rahatsız” manşeti 23 Mayıs 2003’ten çok önce atılmıştı!

YARIN: HABUR PROVASI

 

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (10)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...


ABD, AKP’nin iktidara gelişini böyle kutladı:
Reformlarımıza en büyük engel Türk Ordusu’nu ret süreci başladı 

Irak’ta rejimi değiştirmekkonusunda Sezer ve 57. Hükümetin işbirliğini yetersiz bulan Amerikalılar, 3 Kasım 2002’de “tasfiye” coşkusu yaşadı.

Devletin farklı birimleri yıllarca  “İmralı görüşmeleri” ni inkâr etti; “imzaladık ama uygulamadık” misali  “gittik ama görüşmedik”  demeyi tercih etti. Kesin olan, Genelkurmay dışında MİT’in de Öcalan ile irtibata geçtiğiydi. MİT Müsteşarı Emre Taner, İmralı’ya gitmiş ve -niyetini anlamak üzere(!)- Öcalan’a 13 soru yöneltmişti. Öcalan  “değişmeyen” niyetini,  “örgütü dağdan indir”  mesajına cevaben açıkça söyleyecekti:
“Örgütün bütünsel olarak yararlanabileceği bir yasal düzenleme.” 
Yani  “genel af” !

“Habur” provası 
 “PKK’lıların sınır dışına çıkarılması”  pazarlığında  “iyi niyet gösterisi” olarak Kandil’den Türkiye’ye bir  “Barış Grubu” nun gelmesinde anlaşıldı;  “iyi niyet”  tamamdı da, TSK bu işin  “gösteri” ye dönmesine şiddetle karşıydı. Nihayetinde  “barış” la maskelenenler  “teröristler”  olacaktı. Öcalan’ın  “Barış Grubu için arabulucu aydınlar”  teklifi de yine TSK’ya takıldı. Genelkurmay PKK’lıların Türkiye’ye girişinden iki gün önce 29 Eylül 1999’da -olası bir şova karşı- ikazlarını tekrarladı:
“Terör örgütünün son zamanlardaki çırpınışlarını sözde örgütün inisiyatifinde gelişen barış girişimleri olarak algılayıp neredeyse alkışlamayı anlamak mümkün değildir. (...) Sözde demokratik cumhuriyete katılım adı altında devlete teslim edilmek istenen sembolik 20-25 kişilik terörist grup propagandanın bir parçasıdır.” 
1 Ekim’de Kandil’den gelip Şemdinli Tugay Komutanı tarafından teslim alınan “Barış Grubu”  üyesi teröristler, çıkarıldıkları mahkemede tutuklanarak, cezaevine gönderildi. Öcalan, TSK engeli yüzünden o gün yaptıramadığı  “PKK şovu” nu yıllar sonra 2009’da Habur’da yaptıracaktı.

Ecevit 23 yıl sonra ABD’de
Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi, ülke siyasetine de  “format” attırdı. 18 Nisan 1999 seçimleri, bitti denilen Bülent Ecevit’i yıllar sonra yeniden Başbakanlığa taşırken, MHP, TBMM’de tarihinin en yüksek temsil gücüne kavuştu ve hükümetin ikinci büyük ortağı oldu. 12 Eylül’den sonra Türkiye’yi yöneten merkez sağ partiler ise pastadan paylarına düşen küçük dilimlerle yetiniyordu.
Ecevit, 23 yıl aranın ardından 28 Eylül 1999’da Başbakan sıfatıyla ABD’ye gitti.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Anthony Zinni,  “Amerikan askeri gücünün temel varlık nedeninin petrol olduğunu ve körfezdeki petrolün ülkesine bağlanmasının hayati önemde olduğunu”  söylüyordu. Ve işe bakın ki, ABD için  “körfez” in kilidini açabilecek aktörler dünyanın diğer ucunda, aynı gün, aynı otelde rastlaş(tırıl)ıyordu! Bülent Ecevit, konuşma yapacağı otelin lobisinde, Behram Salih ile birlikte kendisini bekleyen Celal Talabani’nin görüşme talebini reddetti. O gün ABD’de Talabani’yle görüşmemişti ama, 6 Ekim 2000’de Ecevit’in Ankara’da, Başbakanlık makamında ağırladığı kişi  “Irak Kürdistan Demokratik Partisi lideri Mesud Barzani” den başkası değildi! Ecevit’in Barzani’den hemen sonraki ziyaretçisinin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson olması da ilgi çekiciydi. (Türkiye’ye “İncirlik ve Keşif Gücü” baskısı yapan ABD’nin, geleneksel “Ermeni Tasarısı sopası” na karşı dönemin Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, “savunma ihalelerindeki tavrını değiştirecek”  ve rotasını Çin’e çevirecekti.)
 “Türkiye’de demokrasi yoktur, bunun sebebi de TSK’dır”  diyen CIA ajanı Mark Parris’ten boşalan ABD Ankara Büyükelçiliği’ne atanan Pearson’un Türkiye mesaisi Ankara’ya gelmeden çok önce başladı. NATO’nun  “Balkanlar ve Ulusal Güvenlik”  uzmanı Pearson, Fransa Büyükelçiliği Müsteşarı olduğu sırada ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’ne   “Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü”  brifingi veriyordu.

AB fonlarına Güneydoğu şartı
2000 Ekim’inde Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu,  “Türkiye’ye verilecek fonlarla Güneydoğu Anadolu sorununun çözümü konusunda bağ kurulmalı”  şartı koşarken, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz dalga geçer gibi  “Türkiye’nin AB eliyle bölünebileceği” endişelerinin yersiz olduğunu söylüyor, daha trajikomiği  “Güneydoğu şartıyla fonlanan STK’lar” dan, halkın ikna edilmesini istiyordu!
Ne var ki TSK, Yılmaz ile aynı fikirde değildi. Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğlu, 26 Kasım 2000’de  “Harp Akademileri Günü” nde yaptığı konuşmada,  “Batılı devletlerin demokrasi ve insan hakları adına, üniter yapıdan ve ulus devletten vazgeçmemizi istediklerini”  söyledi.
(ANAP’lıların AB konusunda “Konulara TSK söylemiyle yaklaşmakla” suçladığı İ.Ü. Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu, kısa süre sonra Silivri’de “darbeci” olarak yargılanacaktı! Subayların ’bazı internet siteleri’üzerinden hedef gösterilmesi de bu dönemde başladı.)
Milli Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun, 5 Aralık 2000’de NATO toplantısı dönüşü yaptığı açıklama çarpıcıydı. Çakmakoğlu, yeniden şekillendirilen NATO-AB ilişkileri çerçevesinde Türkiye’ye verilmek istenen “danışmayla sınırlı” yeni rolü kabul etmediklerini ve bunu toplantıda resmen bildirdiklerini söyledi. İki gün sonra Genelkurmay’dan yapılan açıklamanın hedefinde de AB vardı. TSK;  “PKK’nın siyasallaşma stratejisinin AB üyesi ülkelerin desteğiyle yürütüldüğünü, üyelik sürecinin örgütü cesaretlendirdiğini, ileride ’özerk yönetim’lerle güçlendirilecek bir ’ulus yaratılmaya’çalışıldığını” söylüyordu. Ve bu sözlerin muhatabı  “dış güçler”  değil onlara  “içeriden destek verdiğini” düşündükleri MİT yöneticileriydi! Genelkurmay açıklaması, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve yardımcısının, gazetelerin Ankara temsilcileriyle yaptıkları görüşmede   “Kürtçe televizyon yayınına karşı olmadıklarını” söylemesi üzerine yapılmıştı. 
TSK ile MİT arasındaki kavga acaba gazete başlıklarıyla mı sınırlı kaldı?

11 Eylül bin yıl sürecek!
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine yapılan saldırı  “Yeni Dünya Düzeni” nin “pratiğe” dönüşmesini sağladı. 
George W. Bush, olayın ertesi günü  “ABD’nin bu teröristleri bulmak için bütün kaynaklarını seferber edeceğini”  söylerken, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Camp David’de 16 Eylül 2001 günü yapılan Ulusal Güvenlik Zirvesi’nde yaptığı açıklamayla BOP’un kurdelesini kesilmişti:
“Bazı hedeflere askeri operasyon düzenleyip bu işi bitirme niyetinde değiliz, mücadele yıllarca sürecek” .
“Sonsuz Özgürlük Operasyonu”  kapsamındaki ilk saldırının ertesinde (8 Ekim 2001) Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal’ı ziyaret eden Pearson, “NATO’nun 5. maddesine göre” hareket ettiklerini, Türkiye’den “henüz”  bir talepte bulunmadıklarını ancak farklı bir durum olursa  “Türkiye ve diğer müttefiklerden destek isteyebileceklerini”  söyledi.
Dananın kuyruğunun kopacağı yere gelinmişti. 11 Eylül’den itibaren bütün mesajlarında  “ABD’nin terörizmle mücadelesine desteğini”  ifade eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye’nin operasyona katılımına “gereksiz macera”  deyip, itiraz etti. Ancak Türkiye, Kasım başında o maceraya girecekti.

Bush, “Atatürk” e sığınıyor
Zafer için her yol mübahtı; Beyaz Saray himayesindeki düşünce kuruluşları “Kemalizm” i yok etme planları yaparken, Bush “Teröristlere karşı başlatılan savaşta, uluslararası bir koalisyon oluşturma fikrini Atatürk’ten aldıklarını” açıklıyordu!
Bush’a göre NATO’nun tek Müslüman üyesi olan Türkiye, Afganistan’a asker göndererek “ABD’nin İslam’a karşı değil, kötüye karşı savaştığını” göstermişti. 11 Eylül’den sonra kendisini “Tanrı’nın görevlendirdiğini”  savunan ve  “İslam alemine yeni bir Haçlı Seferi”  başlattığını ilan eden Bush için bundan iyi  “meşruiyet aracı”  bulunamazdı. 
Condeleazza Rice’ın 2003’te itiraf edeceği  “Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar 22 devletin rejimlerini değiştirmek...”  planı çoktan yürürlüğe girmişti.
Dünya liderlerini Beyaz Saray’a çağıran Bush, 16 Ocak 2002’de Ecevit’le görüşmesinde  “Irak’ta rejim değişikliği” ni gündeme getirdi. 
Ecevit’in sürpriz olmayan cevabı  “Savaşa hayır” dı.
57. Hükümet, “kızılcık şerbeti”  diye sunulan -Wolfowitz’in kankası- Kemal Derviş’in dayatmalarıyla  “kan kusarken”, devletin derinliklerinde bambaşka bir mücadelenin işaret fişeği ateşlendi ve  “Ergenekon Şeması” denen liste servis edildi!
Düğmeye basılmıştı; Ecevit’in Bush’a istediğini vermediği ABD ziyaretinden sadece 9 gün sonra AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Graham Fuller, Morton Abramowitz ve Henri Barkey organizasyonuyla ABD’ye götürülmesi bunun kanıtıydı!

Leş kargaları...
ABD, Irak operasyonuna yanaşmayan  “müttefiki” ne, Lozan Anlaşması’nın yıldönümünde 24 Temmuz 2002’de, Sakarya Savaşı gibi 22 gün süren ve Türkiye’nin işgali senaryosuna dayanan Millenium Challenge /Bin yılın Meydan Okuması Tatbikatı’yla  gözdağı verirken,  “kaosta kendi düzenimizi kurabilir miyiz” in peşine düşen leş kargaları kanat çırpınışlarını hızlandırdı.
Öcalan’ın feshini duyurduğu PKK, yeniden Türkiye’ye giriş yapmaya başlarken, soluğu Pentagon’da alan Talabani de  “Kürt peşmergeler, Amerikan askerleriyle Saddam’a karşı işbirliği yapmaya hazırdır”  diyordu.

Balyoz “geliyorum” dedi
Bush’un Türkiye’nin Irak konusundaki işbirliğini yetersiz bulduğunu açıklaması, Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nu  “alçak sandalye” ye oturtulması, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ABD’de  “ikna turu” na çıkarılması derken 3 Kasım 2002 geldi çattı!
Robert Pearson’un 5 Kasım tarihli notu, AKP’nin tek başına iktidara gelişinin ABD’ye nasıl derin  “oh” çektirdiğinin göstergesiydi.  “ABD’nin desteklediği reformların önündeki en büyük engelin, kalbinde Türk Ordusunun bulunduğu derin devlet olduğunu” söyleyen Pearson, AKP iktidarıyla “bu devleti ret sürecine girildiğini”  bildirdi.

YARIN: AT PAZARLIĞI

 

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (11)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
Amerikan milliyetçisi!
Türkiye ile ABD arasında, Bush’un Türk heyetini Teksaslı at tüccarlarına benzetmesiyle skandala dönen pazarlık sürerken, Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, Washington’a çok manidar bir taktik önerdi: Türkiye’nin Irak operasyonuna katılımının milliyetçi pakette sunulmasını, Erdoğan’a bir strateji olarak öğretin!
 

Irak işgali hazırlıklarıyla iştahı kabaran Barzani, “ABD öncülüğündeki bir koalisyonun parçası olarak bile gelseler Kuzey Irak’ta Türk askeri varlığına itiraz edeceğini”  söylüyor, Türkleri  “ABD ve Birleşik Krallık gibi kurtarıcılar”  olarak değil  “işgalciler” olarak göreceğini ilan ediyordu.
ABD Ankara Büyükelçiliği Başmüsteşarı Robert Deutsch’un 10 Ocak 2003 tarihli notuna göre, Barzani’nin korkusu  “Türk askeri mevcudiyetinin Kuzey Irak’a bir defa girerse, bir daha ayrılmayacağı” ydı.
 

CIA heyeti PKK kampında
Sadece peşmerge değil, operasyon PKK’yı da hareketlendirmişti.
Can Dündar, 18 Ocak 2003 günü Milliyet’teki köşesinde, PKK’dan ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir mektuptan bahsetti. Buna göre Pentagon ve CIA görevlilerinden oluşan bir heyet, PKK kampına gelerek Mustafa Karasu ile görüşmüştü. 21 Ocak 2002 tarihli mektuptan çıkan sonuç,  “ABD’nin Irak işgali öncesi bölgede yeni yapı için PKK’yı yokladığı, PKK’nın da kendi geleceği için ABD’yi arkasına almaya çalıştığı” ydı. Mektubu kaleme alan PKK yöneticileri  “önyargıyla karşılaşmamış olmaktan”  duydukları memnuniyeti bildirdikten sonra,  “ABD ile bir çok konuda görüşlerinin örtüştüğünü”  aktarıyordu. PKK,  “ABD’nin Irak’a müdahalesini (Türkiye dahil) bölgedeki rejimlerin aşılması olanağını yaratacak, demokratikleşmenin önünü açacak bir yol”  olarak görüyordu.
Kaldı ki Öcalan’a göre de  “Irak işgali sonrası, PKK, yaşamak için ABD ile ilişki kurmak zorunda” ydı.
Dündar bir gün sonra aynı köşede bu kez Amerikalılar’ın Kuzey Irak merkezli bir federasyon pazarlığı içinde olduğunu iddia etti. Can Dündar’ın 21 Ocak tarihli yazısında ise, ABD ile PKK arasında 6 görüşme yapıldığı; bizzat bu görüşmelerin aracısı Davut Bağıstani’nin ağzından doğrulanıyordu. 
 

Can Dündar’dan fotoğraflı “kanıt” 
Altın vuruş 23 Ocak’ta geldi. Görüşmeyi TSK’nın da doğruladığını kaydeden Dündar,  “İşte kanıt” diyerek, CIA görevlilerini PKK kampında teröristlerle birlikte gösterdiğini savunduğu bir fotoğraf yayınladı. 
Amerikalılar bunun  “iğrenç bir yalan”  olduğunu söyleseler de, kamuoyunda inandırıcılıkları azdı. Dündar’ın yazdıkları, ABD’nin PKK’ya desteğinin Türk medyasındaki ilk ifşası değildi. Daha önce de 14 Ocak 1992’de, ABD’nin PKK’yı bir “hava köprüsü” ile beslediği haberi Sabah gazetesinde manşet olmuştu. ABD’nin açıklaması Çekiç Güç helikopterlerinin Cudi’de kıstırılan PKK’lılara yardım malzemelerini  “yanlışlıkla”  attığı şeklindeydi.
Ölümü üzerindeki sis perdesi hâlâ kalkmamış olan, dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de, İncirlik’te kullanılan ilaç ve gıda torbalarının aynılarını PKK kamplarında da gördüğünü birçok kere dile getirdi.
WikiLeaks’ten sızanlara göre Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadeleden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Kemal Asya’nın, ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı John Kunstadter’e cevabı ibretlikti. Asya, ABD ile PKK arasında iddia edildiği gibi bir görüşme olduysa da bunun  “küresel bir güç için normal olacağını”  söylüyordu. Yani Türkiye için sorun yoktu!
 

Öcalan’la af mutabakatı
Hoş, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Öcalan’la  “en üst düzeyde”  af mutabakatına vardığı bir ortamda, bu nasıl bir sorun yaratabilirdi?
Neticede Öcalan, Başbakan Abdullah Gül’e şartlarını içeren 12 sayfalık bir mektup göndermiş, Gül de, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek’i buluşturduğu  “üçlü çalışma grubu” na  “dağdan indirmek”  için çalışma yapmalarını istemiş. Bunun sonucunda  “af mutabakatı” na varıldığını bizzat şimdi AKP milletvekili olan Şamil Tayyar, üstelik de Gül’e doğrulatarak yazmıştı.
Ve fakat bir PKK açılımı daha TSK’ya takılacaktı;
2003’te hazırlanan Topluma Kazandırma Yasası’nın kapsamının genişletilmesi ve örgüt yöneticilerinin Norveç’e sürgüne gönderilerek üyelerin de affedilmesini dayatan ABD, TSK’nın karşı çıkışıyla bir kere daha istediğini alamadı!
 

Neo-Conlarla otel odasında
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra acilen Washington’a davet edilen “AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan” ın, Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nu lobide bırakarak, kendisi gibi Türkiye Cumhuriyeti adına konuşma ve karar alma yetkisi bulunmayan danışmanlarıyla birlikte, otel odasında, Paul Wolfowitz ve Marc Grossman ile ne pazarlığı yaptığı çok geçmeden anlaşıldı. 
ABD Savunma Bakan yardımcısı Wolfowitz ve ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Marc Grossman 3 Aralık 2002’deki Türkiye ziyaretlerinde uzun bir sipariş listesi verdiler Gül’ün eline:
 “Asker askere planlama görüşmeleri başlayacak, Bazı Türk askeri tesislerinin incelenmesine ve tesislerin hazırlanmaya başlanmasına izin verilecek, Kuzey opsiyonunun geliştirilmesine Türk katılımı sağlanacak, Koalisyon güçlerinin rolü ve askeri birlik listesi oluşturulacak, Türk hava sahası ABD uçaklarına açılacak, gerekirse Kuzey Irak’taki el-Kaide güçlerine karşı Türkiye’nin desteği sağlanacak...” 
 “Asker askere planlama ve askeri tesislerin incelenmesi için ABD’ye izin verilmesini”  kabul eden Gül, diğer maddeler için ek süre isterken, bu görüşmenin ertesi günü, yani 4 Aralık’ta, Büyükelçi Pearson hayli manidar bir taktik tavsiyesinde bulundu ABD’ye:
 “Türkiye’nin Irak operasyonuna katılımını milliyetçi pakette sunulmasını, Erdoğan’a bir strateji olarak öğretin!” 
Buna göre, ileride Türkiye Cumhuriyeti’ne Başbakan olacak kişi; ABD’den  “Türk milli çıkarlarını savunur -muş- gibi yapmayı” öğrenecekti!
 

At pazarlığı
Abdullah Gül’ün söz verdiği, ABD’li askerlerin üs ve limanlarının modernizasyonu için  “3 aylığına” Türkiye’ye gelmesine olanak tanıyan tezkere, TBMM’den geçmişti ama asıl pazarlık işgal cephesinin Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi ve işgalcilerin Türkiye’de konuşlanabilmesi içindi.
Savaş bütçesini 75 milyar dolar olarak açıklayan ABD’den 90 milyar dolar hibe isteyen Türk heyeti ile Türkiye’ye önce 4, sonra da güç bela 6 milyar dolar teklif eden Amerikan heyeti arasındaki pazarlık, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ile ABD Başkanı George W. Bush’un görüşmesi sırasında skandala dönüştü. (14 Şubat 2003)
Bush’un, “pazarlık yapmaya gelmedik”  diye giren Yakış’a cevabı hakaretamizdi:
 “Teksas’ta at tüccarları vardır. Müzayedelerde onlar da söze böyle başlar ama sonunda adamın donuna kadar alırlar.” 
Ve Türk heyetinin bu sözlere tepkisi  “gülmek” ti!
ABD’nin Türkiye’deki istihbarat kaynaklarına göre  “Türk hükümeti eninde sonunda ABD güçlerinin Türkiye üzerinden konuşlanmasını kabul edecek” ti; tabii eğer  “Kemalist devletin kilit unsurları”  sıkıntı yaratmazsa!..
Beklenen gün geldi; 1 Mart 2003’te, TBMM, sonuçları itibarıyla Türkiye için tarihi dönem noktalarından birini oluşturan  “tezkere” yi reddetti.
ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’ın Washington’la paylaştığı ilk değerlendirmesi  “Ordunun çabalarının, AKP’nin Türkiye’yi halkın istemediği bir savaşa sürüklediği izlenimi yarattığı ve parti içindeki tereddütleri pekiştirdiği”  yönündeydi;
 “TSK hem AKP’yi, hem ABD’nin Irak politikasını baltalamıştı!” 
 

Kuzey Irak’taki ihale takipçileri
Doğa boşluk kaldırmıyordu... 5 Mart 2003 günü, Washington Post’ta, 
Türkiye’nin kapılarını kapattığı Amerikan askerlerine  “Gel... Gel...” yapan koca bir ilan vardı. ABD’den  “Irak Kürdistanı’nı Türkiye’den korumasını”  talep eden ilanı veren Barzani’ydi!
Nitekim Bush, 10 Mart 2003 günü Erdoğan’ı arayacak ve  “Türk askeri Irak’a girerse karşısında Amerikan askerini bulur”  diye tehdit edecekti. Ve 22 Eylül 2003’te Dubai’de, Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD Hazine Bakanı John Snow’la imzaladığı anlaşmada, Amerikan kredisi sağlanması karşılığında Türk askerinin Irak’a geçmeyeceğini taahhüt etti. Dışişleri’nden görüş alınmadan imzalanan ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale hakkından vazgeçmesi sonucunu doğuracak olan Dubai Anlaşması, ABD ile 1 Mart müzakerelerini yürüten heyetin başkanı Deniz Bölükbaşı’nın da uyarılarıyla Meclis’e sunulmadı.
Amerikan Donanması Askeri Akademisi’nde ders de veren Michael Rubin, ABD ile peşmerge arasındaki  “al takke ver külah”  durumunu şöyle anlattı:
 “Irak Kürtleri ziyarete gelen ABD yetkililerine hediyeler vermekte, cömert ziyafetler düzenlemekte, kadınlarla ilişki kurmalarını bile kolaylaştırmaktadır. KDP, ABD yetkililerini kendi konukevlerinde ağırlamakta, diplomat ve askeri yetkililere ipek halılardan altın mücevherlere kadar hediyeler sunmaktadır.
Washington’da Kürt nüfuzunu artıran bir başka neden de Kürdistan Bölge Yönetiminin eski ABD askeri ve siyasi yetkililerini kendilerini temsil etmeleri amacıyla işe almaları olmuştur. Örneğin, Kürt liderleri eski Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Robert D. Blackwill tarafından yönetilen bir lobi şirketi ile Washington’da Kürt çıkarlarını temsil etmesi ve yönetimle toplantılar ayarlaması içn anlaşmıştır.
Erbil’de bulunan 404. Tabur Komutanı Harry Schute görevinden istifa ederek Neçirvan Barzani’ye ücretli danışman oldu.
Savaş sonrası Bağdat ve Erbil’de sivil idareyi yöneten emekli General Jay Garner ve emekli Albay Dick Naab, Irak Kürdistanı’na ihale takipçiliği için geri dönmüşlerdir. Bir Kürt iş adamının anlattığına göre Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı’nın oğlu Kubat Talabani Kürtlerin bağımsızlığı düşüncesine yakınlık duyan Amerikan Kongre üyelerinin seçim kampanyalarına bağışta bulunmayı önermiştir.” 
 

Hançerdeki parmak izleri (12)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
Biri jurnalledi, fişledi çuvalı geçirdi Biri de “Yarabbi şükür” dedi!
“Mevcut haliyle ABD’ye karşı daha önce görülmedik derecede şüphe besleyen” TSK’nın ivedilikle yeniden dizayn edilmesini isteyen AKP yandaşları muhbirlik yaptı, Büyükelçilik “ordudan tasfiye edilmesi gereken katı milliyetçiler ve Avrasyacılar” listesi hazırladı, Irak’taki işgal kuvvetleri Türkmenler’in tek can simidi olan Özel Kuvvetler Karargahı’nı bastı, devlet onurunu ayaklar altına aldı... Ve dönemin Genelkurmay Başkanı’na göre bu skandal “pratik bir uygulama”ydı!
 
Türk Ordusu’nu  “1 Mart tezkeresinin geçmesini engellemek”  suçundan sanık sandalyesine oturtan ABD,  “müebbet”lik delillerin peşine düşmek için hiç zaman kaybetmemişti.
ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, 22 Mart 2003’te Washington’a yolladığı mesajda “Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu” ndan bahsetti ve “sahiplenilmesini”  istedi.
Ama ya diğer generaller; öyle miydi!
 “Başbakan ile aynı çizgide” ki Özkök’ün aksine, “ABD tarafından Ortadoğu ve Irak ile talep edilen”  ne husus varsa, bir bir engellemişlerdi!
 

ÖZKÖK ABD İLE İŞBİRLİĞİ İÇİN  FIRSAT KOLLUYOR
Türk Ordusu’nu;
 “- Türkiye’nin çıkarının ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu kabul eden Atlantikçiler,
-  ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Bağımsız bir Kürt devletini destekleme niyetinden emin oldukları ABD buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı Milliyetçiler,
-ABD’ye bir alternatif arayan Avrasyacılar”  diye gruplar halinde fişleyen Pearson’a göre; “Özkök yakın geçmişteki hepsinden daha demokrat eğilimli ve daha Atlantikçi” ydi. 
Bu hükmün en önemli gerekçesi, Özkök’ün tezkere öncesi  “Türkiye’nin ABD’yi desteklemesinden yana bir açıklama yapmak istemesi” fakat Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından engellenmesiydi.
Pearson’un  “Özkök analizi” ndeki en manidar ifadelerden biri  “ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşaa etmek için, Türk Genelkurmayı’ndaki muhaliflerinin emekli olmasını beklediği ve fırsat kolladığı” yönündeydi.
Bu değerlendirmenin üzerine şeytanın sor dediği:
Eski Genelkurmay Başkanı acaba bu yüzden mi, yani  “TSK ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşaa edebilsin diye”  mi “muhalifleri” nin neredeyse tamamının tasfiye edildiği Balyoz sürecinde  “kasaptaki ete soğan doğramamayı” tercih etmişti?
 

ATLANTİKÇİ BİR ORDU PLANI
Dönemin MGK Genel Sekreteri olan ve daha sonra “Ergenekon” torbasına atılarak  “cezalandırılması”  sağlanan Tuncer Kılınç’ın Harp Akademileri’ndeki  “Rusya-İran yanlısı değerlendirmeleri” ni de not eden Pearson, Yaşar Büyükanıt, Aytaç Yalman, Çetin Doğan, Fevzi Türkeri, Şener Eruygur, Köksal Karabay ile onları  “dışarıdan”  desteklediğini iddia ettiği Hüseyin Kıvrıkoğlu, Teoman Koman ve Doğu Aktulga “yı ” katı milliyetçi “ olarak etiketlemişti.
Büyükanıt ile Erdoğan arasındaki içeriği ” mezara gidecek “ olan ” Dolmabahçe Anlaşması “ndan sonra bu listede ” eksiltme “ye gidildi mi; onu da -uzun sürmez- Amerikan devletinin başka bir ” sızdırma faaliyeti “ vesilesiyle öğreniriz artık!
(Nitekim aylar sonra yolladığı bir başka kriptoda Pearson bu kez Büyükanıt’ın ” ikili oynadığını “ ifade etti.)
Pearson’un ” AKP’ye yakın kaynaklarından “ edindiği izlenim; ABD Türk ilişkisinin yeniden dinamizm kazanmasının yolunun hem katı milliyetçiler ve Avrasyacıların istifasından, hem de modern, ileri görüşlü (Atlantikçi demek oluyor!) yeni bir subay kadrosunun yetişmesinden geçtiği şeklindeydi!
Özetle ” mevcut haliyle ABD’ye karşı daha önce görülmedik derecelerde abartılı bir şüphe hissi besleyen “ Türk Ordusu ” ivedilikle “ yeniden dizayn edilmeliydi! Aksi halde ” ABD için önem taşıyan operasyonel konularda gecikme “ yaşanabilirdi.
 

ÇUVAL “GELİYORUM” DEDİ
Bush’un “Türk askeri Irak’a girerse karşısında Amerikan askerini bulacak” sözleri tehdit olmaktan çıkmış, “emir” halini almıştı. 22 Nisan 2003’te Albay William Mayville komutasındaki Amerikan askerlerinin, Kerkük’e giden insani yardım konvoyuna koruma sağlayan Özel Kuvvetler timimizdeki 12 askeri gözaltına alıp, sınırdışı etmesi adeta “çuval geliyor ” diyordu. 
Tam da Türkmen kentlerinin cayır cayır yandığı, peşmergelerce yağmalandığı günlerde; 28 Nisan 2003’te Erbil’de, Birleşik Ortak Operasyon Görev Gücü Komutanı Albay Charles T. Cleveland, ABD Özel Kuvvetlerinden Yarbay Paul Skvarka, Binbaşı David Young, Silopideki Türk Özel Kuvvetler Üs Komutan Yardımcısı Albay Hasan Özdemir, Yarbay Yaşar Yıldız, Üsteğmen Murat Taner Karabulut arasında yapılan toplantıda, Türk heyetine “Türk askeri personeli, Kuzey Irak’ta, koalisyon güçleri tarafından onaylanmamış tüm faaliyetlerine hemen son verecektir” talimatı verildi.
Bununla da sınırlı değildi;
“- Türk Genelkurmayı’nın Kuzey Irak’taki bütün askeri birimlerinin ve kuruluşlarının personel sayıları, yerleri ve istihbarat toplama dahil tüm faaliyetleri konusunda Birleşik Kuvvetler komutanlığına bildirimde bulunulacaktır.
- Bundan böyle Kuzey Irak’ta Birleşik Kuvvetler Komutanlığı’nın onay vermediği hiçbir Türk askeri faaliyeti sonuçlandırılmayacaktır.
- Kuzey Irak’taki Türk askeri personeli üzerlerinde sadece kişisel silahlar taşıyacaktır.
- Kuzey Irakta’ki Türk askeri personeli her zaman üniforma giyecektir.
- Kuzey Irak’tan atılmış olan Türk Özel Kuvetler Personelinin geri dönmesine izin verilmeyecektir. Bu kuralı ihlal eden kişiler gözaltına alınacaktır.
- Türk askeri personeli, Irak’a gönderilen yardım konvoylarına eskortluk yapmayacaktır. Türkiye Cumhuriyetinden gelen bütün insani yardım eşgüdümü Uluslar arası Kılılhaç/Kızılay aracılığıyla sağlanacaktır...” diye uzayıp giden “talimatname” “Yukarıdakiler bir başlangıçtır ve gelecekte bunları takip eden talimatlar verilebilecektir“ maddesiyle “ucu-sınırı-haddi açık” hale getirilmişti.
 

IRAK’TAKİ İŞGALDEN GURUR DUYAN TÜRK KOMUTANI(!)
Amerikalılar Kuzey Irak’ta askerimize karşı böylesi aşağılayıcı tutum içindeyken, konumu itibarıyla bu hakaretleri birinci derecede üzerine alınması gereken Özkök, - hem de bu rezaletten iki gün sonra - ABD Genelkurmay Başkanı Richard Borwman Myers’a yazdığı mektupta,  hâlâ “Türk Amerikan ilişkilerine atfettiği önemi “ anlatmakla meşguldü. Özkök’ün Amerikan mevkidaşına hesap sorması gereken yerde ” düşük rütbeli subayların yanlış yorum ve hatalı değerlendirmelerinin ilişkilere zarar vermemesini” istiyor olması hazindi. Kerkük’te uğradığımız alçaklıktan sonra Özkök lafı neredeyse “bizi affedin ” demeye getirmişti:
 “Savaş alanında küçük yanlış anlamaların genel olarak ilişkilerimize zarar vermesinden korkuyorum...”  
Özkök, Myers’a yolladığı bir başka mektupta ise  “ABD’nin Irak’ta kazandığı zaferden duyduğu memnuniyeti” dile getirecekti. Ki Irak’ı işgal eden, milyonlarca insanı katleden, Müslüman kadınların ırzına geçen  “Kahraman/cesur Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmesi” için dua eden bir Başbakan tarafından yönetilen ülkeye böyle Genelkurmay Başkanı yakışırdı elbette!
 

“SURATLARINA LİMON SIKTIK” 
Hilmi Özkök’ün 1 Mayıs 2003’te Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Saceur Jones’a yazdığı mektupta “Koalisyon birliklerinin askeri denetimi altındaki Irak’ın Türkiye için oluşturduğu tehdidin tüm zamanların en düşük seviyesine indiğini” bildirmesinden sadece 2 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te, Özkök’ün takdir, teşekkür yollayıp durduğu Amerikan askerleri, peşmergeler rehberliğinde Süleymaniye’deki Türk karargahını basarak, Özel Kuvvetler’e mensup 11 askerimizi -başlarına çuval geçirerek- gözaltına(!) alarak, 60 saat boyunca sorguladı iyi mi!
Yakın tarihin en utanç verici olaylarından biri cereyan etmiş,  “müttefik” varsayılan ABD devletimizin onurunu ayaklar altına almış olduğu halde, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın  “tarihe geçen” tepkisi  “Bu müzik notası değil, öyle aklınıza her estiğinde verilmez. Ağırlığı ve ciddiyeti vardır”  diyerek tepkisizliği tercih etmesiydi.
Bush “Bizim askerlerimiz ve subaylarımız haklı” derken, Mayville  “Amerikan komutanlığı Türklerin suratına biraz limon ve greyfurt sıkmak istedi” diye alay ederken, başına çuval geçirilen ordunun başında bulunan Özkök, Kerkük’teki aşağılama karşısında olduğu kadar rahattı. Ona göre olay “pratik bir uygulama”dan ibaretti!
AKP’liler Amerikan Büyükelçiliği önünde şikayet kuyruğuna girmişti:
 “Ordu bu krizi AKP’ye zarar vermek için kullanıyor, kurtarın bizi!” 
Ve bu onur kırıcı olay karşısında  “devlet”i temsilen tek dişe dokunur tepki; tıpkı Kılınç gibi  “Ergenekon” torbasına atılarak “cezalandırılacak”  Orgeneral Hurşit Tolon’dan geldi. Tolon, 7 Temmuz 2003 günü, hem de ABD’de, Amerikalıların gözlerinin içine baka baka şöyle dedi:
 “Hafife alınamayacak iğrenç bir olay!”
 
YARIN: BAŞBUĞ FEDERASYONA KARŞI

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (13)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
Müebbete mahkum ettiren hangisi!..
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Ümraniye davasında yargılanarak müebbete mahkum olmasına neden olan MGK’da AKP’lilerin de imzaladığı ortaya çıkan plan mı, yoksa Pentagon’daki “Süleymaniye olayı hep hatırlanacak ve unutulmayacak. Bir kere daha olursa karşılık görürsünüz!” çıkışı, ABD’nin Kuzey Irak’taki federasyon planlarına itirazı ve “Daha fazla verecek bir şeyimiz yok, biz (Kürtlere) gereğinden fazlasını verdik” sözleri miydi!
 
Genelkurmay’ın çekirdeğini temsil eden kesimin  “dünyanın değiştiği gerçeği” ile yüzleşmekten rahatsız olduğunu söyleyen ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson,  “Türk ordusu ‘cumhuriyetçi ahlakın bir numaralı bekçisi olma’ konumunu her geçen gün kaybediyor; tabu olan konular konuşulabiliyor, askere sormadan reform yapılabiliyor”  diye zafer naraları atarken, AB 6. Uyum Paketi’ndeki “Kürtçe siyasi propaganda”  dayatması, 22 Mayıs 2003 günü komisyon görüşmeleri sırasında TSK’nın isteğiyle TBMM’ye sunulacak metinden çıkarıldı. Yine de paket Genelkurmay açısından  “sakıncalı”ydı çünkü  “Kürtçe yayın”ın önü açılmıştı. Yeri gelmişken, Yeniçağ’ın önceki gün manşetinden duyurduğu gibi, AB bir yıl sonra, bu kez  “Kürtçe’nin 2. resmi dil olması”  için baskıya başlayacaktı.
 

KUZEY IRAK’TA TÜRK ASKERİ İSTEMİYORUZ
Pearson’un ‘cumhuriyeti koruma konumunu kaybettiğini ileri sürdüğü Türk Ordusu’nun iki numaralı ismi İlker Başbuğ, Pearson’un halefi Eric Edelman’la -cumhuriyeti koruyabilmek için-  kıran kırana pazarlık halindeydi. İkili arasında 6 Ekim 2003 günü yapılan görüşmede Başbuğ, yeni Büyükelçisi aracılığıyla ABD’ye  “TSK’nın PKK’yı hedef alan operasyonlarının, Irak’ta ABD’ye ‘asker katkısı’na bağlanmaması”  mesajını iletiyor;
 “PKK liderlerinin Türkiye’ye teslim edilmesi” ve “Kampların havadan bombalanması” nı talep ediyordu.
Cevap, MİT-Genelkurmay mensuplarıyla  “PKK’nın tasfiyesi” görüşmelerini yürüten CIA-Pentagon heyetinin de başında bulunan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Lynn Pescoe’den geldi:
 “Türk kuvvetlerini Kuzey Irak’ta askeri eylem içinde görmek istemiyoruz!” 
Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ geri adım atmıyor ve 2003 yılı Kasım ayında bu kez de Pentagon’da mevkidaşı Peter Pace’e -belki de sicilini kabartan- şu sözleri söylüyordu:
 “Süleymaniye olayı ilişkilerimizde derin yara açtı; hep hatırlanacak ve unutulmayacak. Umarım bir kez daha olmaz. Bu defa karşılık görürsünüz!” 
 

ABD HİMAYESİNDE KYB-PKK İTTİFAKI 
WikiLeaks’ten sızan Türkiye ile ilgili bilgi/belgeler üzerindeki  “Taraf” sansürünü kaldırarak Sızıntı kitabında yeniden yayınlayan/yorumlayan Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun dikkat çektiği üzere -kişisel dostluklarından dolayı ABD ile ilişkileri en iyi Genelkurmay Başkanı olmasına, hatta 209’da Pentagon’dan “onur madalyası” almasına karşın- Kuzey Irak konusunda son dönemin en hassas Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’ydu.
Neçirvan Barzani,  “Türk askeri temsilcilerinin Kuzey Irak’tan gönderilmesi”ni isterken, 2004 yılı Ocak ayında Başbuğ da ABD’de  “PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiyesi için somut adım atılması”na dönük temaslarda bulunuyordu. 
Balyoz davasında “cezalandırılan”  komutanlardan Korgeneral Metin Yavuz Yalçın’ın, 20 Ocak 2004 tarihli raporu iki önemli istihbarat bilgisi içeriyordu:
 “ABD ve Türk irtibat binalarına dönük intihar saldırıları ve Ocak sonunda Musul’da 285 PKK’lının katılımıyla yapılması planlanan 3 günlük bir kongre yapılacağı...” 
Başbakan Erdoğan’ın Barzani ailesinin ezeli ve değişmez müttefiki Yahudi lobisini temsilen American Jewish Committee’den Üstün Cesaret Madalyası’nı da alacağı ABD seyahatine sadece birkaç gün vardı ve Başbuğ Ankara’da Edelman’a hâlâ Türkiye’nin Kuzey Irak’ta federasyona karşı  olduğu anlatmaya çalışıyordu! 
Başbuğ’un ABD Büyükelçisi’ne ısrarla “Irak’ta federalizme karşı olduğunu, federasyonun Türkiye’nin çıkarlarını tehdit edeceğini, bu oluşumdan PKK’nın da faydalanacağını, dolayısıyla Türkiye Kürtleri üzerinde de siyasal etkileri olacağını” tekrarlaması boşuna değildi. 
Genelkurmay Başkanlığı’nın, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla ABD’ye ilettiği 18 Aralık 2003 tarihli rapora göre, Talabani ve KYB yöneticileri 21 Kasım 2003’te Kandil’e gitmiş ve PKK’lılarla yapılan görüşmeler neticesinde;
 “- Kongra-Gel / PKK ile istihbarat paylaşımı,
- KYB’nin sınır polisleri Kongra-Gel tarafından desteklenmesi,
- Kongra-Gel’in İran sınırının güvenliğinden sorumlu olması” konularında anlaşmışlardı.
Ayrıca PKK, Musul’da büro açmıştı.
Genelkurmay raporundaki asıl kritik ifade  “ABD yetkililerinin istekleri doğrultusunda Dr. Mahmut Osman (Irak Geçici Konsey Üyesi) Kongra Gel’in (PKK) Irak’taki kolu PÇDK’nın (Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) yöneticisi olarak görevlendirilmiştir”  oldu.
Bu cümle peşmerge-PKK ittifakının ABD himayesinde kurulduğunu anlatıyordu.
Nitekim Demokrat Partili Richard Holbrooke, Talabani ve Barzani ile görüştükten sonra alenen Türkiye’ye tehdit savurmuştu:
 “Iraklı Kürtlerin kendi bayrakları ve paraları var. Kürtlerle iyi geçinmek Türkiye’nin stratejik çıkarınadır.” 
İlker Başbuğ 2009’da Harp Akademileri’nde Genelkurmay Başkanı sıfatıyla yaptığı konuşmada  “kültürel ve sosyal haklar” vurgusu yapınca  “Kürt sorunununda siyasal çözümden yana” olduğu gerekçesiyle epey eleştirilmişti. Ancak  2004 yılında, AB Genişlemeden Sorumlu Üyesi Gunter Verheugen’in Diyarbakır’da Osman Baydemir ve Leyla Zana ile görüşmesinden sonra  “Kürt siyasetçiler AB’yi Türkiye’yi bölmek için araç olarak görüyor... Daha fazla verecek bir şeyimiz yok ve biz gereğinden fazlasını verdik” diyen de aynı Başbuğ idi.
 

FBI “BİOMETRİK BİLGİLER”İN PEŞİNDE
Sadece asker değil; 2003-2004’te siyasiler de ABD ile yoğun bir teşriki mesai halindeydi. 
ABD Adalet Bakanı John Ashcroft’un davetlisi olarak,
ABD’ye giden Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek, Washington’da aralarında FBI Başkanı Robert Mueller’ın da bulunduğu bir dizi bürokrat-diplomat ve politikacı ile görüştü. 
Basına yansıdığı kadarıyla Ashcroft  Türkiye’den  “ABD’nin Terörle Mücadelesi”  kapsamında yardım istemiş,  “Türk polisi ile arttırılmış istihbarat, karşılıklı polis değişimi”ni de içeren bir takvim önermiş, Çiçek de  “Türk adalet sisteminin ABD sistemi ile uyumlu hale getirilmesi”ni talep etmişti!
 “Gizli dinleme ve muhbir uygulamaları” nı da içeren bu  “uyumlu yargı”  girişiminin Ümraniye soruşturması paralelinde yürüyecek  “cadı avı” nın ağları örülürken gerçekleşmesi kayda değerdi.
Çiçek’in ABD’deki  “sır”  gibi saklanan görüşmeleriyle ilgili yıllar sonra odatv ilginç bir iddia gündeme getirdi. Buna göre Çiçek CIA’da ders veren emekli MİT’çi Mehmet Eymür ile biraraya gelmişti.
Acaba  “Ümraniye çorbası”nda Eymür’ün de tuzu olabilir miydi?
Çiçek’in, “PKK’ya yardım eden Amerikalıların suçsuz sayılmasına ilişkin yasa”nın onaylandığı günlerde ABD’den “Terörle mücadelede yeni dönem başlıyor” diye dönüyor olması da ironikti!
PKK ile değilse, ABD hangi terör örgütü ile, hangi teröristlerle mücadelede “işbirliği” sergileyecekti!
FBI Başkanı Robert Mueller yıllar sonra, 18 Kasım 2009’da geldiği Türkiye’de Çiçek’e iade-i ziyarette bulunmayı ihmal etmedi. Çiçek Mueller’dan  “ABD denetimindeki Kuzey Irak’ta bulunan ve ABD tarafından uyuşturucu kaçakçısı ilan edilen PKK’lı yöneticilerin iadesi yahut yargılanmasını”  isterken, FBI Başkanı’nın çantasında  “Türkiye’den liman ve havalimanlarını kullanan herkesin kişisel kimlik bilgilerinin ‘biyometrik takip’ amacıyla toplanıp, ABD ile paylaşılması”  vardı!
Liman ve havalimanlarını kullanan herkesin olmasa da Türkiye Silivri Cezaevi’ne gelen ziyaretçilerin  “biyometrik bilgileri”ni arşivlemeye başlamıştı. Şimdi buna bir de  “özel hastanelerde tedavi olan”  vatandaşlar eklendi.
 

ESAD KARDEŞLİĞİ OVAL OFİSE KADAR
Çiçek’in ziyaretinin ayı dolmadan bu kez de Erdoğan Washington’daydı. Bunun Kuzey Irak konusunda Türkiye’nin gözünü boyama faaliyeti olduğundan habersiz ABD’nin Kongra-Gel’i terör örgütü listesine almasından duyduğu memnuniyeti paylaşmakla meşgul olan Erdoğan, bir sonraki yıl Felluce katliamı, Irak’ta Müslüman kadınlara tecavüz olayları, AKP yandaşı gazetelerde dahi başgösteren Amerikan aleyhtarlığı gölgesinde gerçekleşecek Oval Ofis buluşmasında yaşayacağı “Suriye” şokunu tahmin bile edemezdi. 8 Haziran 2005’te yapılan görüşmeye, Irak’taki  “Şii direnişi” nin faturasını Esad’a kesen ve Erdoğan ile Sezer’in Suriye gezilerindan rahatsızlık olan Bush’un öfkesi damgasını vurdu.
Türk medyasına göre -her ABD gezisinde olduğu gibi!-  “Erdoğan istediğini almıştı”, “Ortaklığımız teyit edilmişti” velakin kazın ayağı Amerikan basını tarafından bakın nasıl işfa edildi:
 “Bush, Erdoğan’ın PKK’ya karşı mücadelede daha fazla destek isteğini yanıtsız bıraktı...” 
 “Başkan Bush, Türkiye’nin Amerikan kuvvetlerinin Kürt militanlara karşı önlem alması isteğini kabul etmedi...” 
 

TERÖR ÖRGÜTÜNÜ SİLAHLANDIRAN MÜTTEFİK
Skandalların ardı arkası kesilmiyordu. 
Türkiye-ABD-PKK-TSK dörtgeni bu kez de  “ABD ordusunun Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere PKK’lı teröristlere silah verdiği/sattığı”  iddialarıyla karşı karşıyaydı.
Savunma Bakanı Robert Gates’in açtırdığı soruşturmaya göre, ABD ordusundaki her 25 silahtan biri karaborsacı askerlerce satılmıştı!
Org. David Petraus silahların Irak güvenlik güçlerine verildiğini söylerken, TSK’nın elinde PKK’da içlerinde Glockların da bulunduğu 1260 Amerikan silahı olduğu bilgisi vardı!
2003-2007 arası Irak’a yollanan 500 bin silahın 190 bininin kayıp olduğunu bizzat ABD, kendi resmi belgeleriyle  doğruluyordu. Ve Cüneyt Zapsu Washington’da  “Başbakanı delikten aşağı süpürmeyin, kullanın”  diyerek AKP-Neo-con ilişkilerini tamirin peşindeyken, asıl kırılmanın adresi bambaşkaydı;
PKK yeniden Türkiye’de silahlı saldırılara başlamıştı...
 
YARIN: MİT “ULUS DEVLET”E KARŞI...

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (14)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
Kimse kızmasın huylu huyundan vazgeçmiyor... 
YİNE O EKİP!
“Hakan Fidan döneminde boyut değiştiren”  PKK görüşmelerinin miladı; 18 Şubat 2005’te, Bebek’te İtalyan lokantasında, Kandil ulağı Hasan Cemal, Henri Barkey ve Graham Fuller’in “açılım ortağı” Cengiz Çandar, sonradan “akil adam” olan Soroscu Can Paker’in de bulunduğu “gizli buluşma” nın kahramanı eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’a dayanıyor
 
PKK ile müzakerelerin “boyutunu değiştiren” Hakan Fidan günah keçisi olmuştu ama, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’in Oslo’daki pazarlığın ifşasından sonra yaptığı açıklamadan anlaşılan, “Kürt açılımı” nın başından beri, büyük oranda MİT kanalıyla uygulandığıydı. O kadar ki, Güneş’in iddiasına göre PKK ile görüşmelere karşı çıkanlar, birer birer MİT’ten uzaklaştırılıyordu!
 

CUMHURİYET TARİHİNDE BİR İLK 
Hakan Fidan döneminde  “açılım” ın “birebir görüşme”  noktasına geldiğini,  “Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak”  inisiyatifin tamamen (önce ’PKK ile görüşmek şerefsizliktir’, sonra ’hükümet görüşmedi devlet görüştü’ve son olarak da ’PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim’diyen) Başbakan’da olduğunu ve Fidan’ın yapılan tüm görüşmeleri Başbakan’la paylaştığını ifade eden Güneş, Şenkal Atasagun ve Emre Taner ile tırmanışa geçen müzakerelerin miladının Sönmez Köksal’a dayandığını hatırlatıyordu.
 

SIR PERDESİ ARALANIYOR
Oslo ile başlayan itiraf yarışının bir faydası da, Sönmez Köksal’ın da bulunduğu “o Bebek fotoğrafı” üzerindeki karanlık perdenin aralanmasını sağlaması oldu.
18 Şubat 2005’te Bebek’te bir İtalyan lokantasının önünde çekilen ve muhatapları Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Can Paker, Cem Duna ile Mark Parris’in yıllardır açıklayamadığı gizli buluşmanın katılımcılarından olan Köksal, 3 Ağustos 2009’da Milliyet’ten Devrim Sevimay’la söyleşisinde PKK’lı teröristlerin kademeli olarak  “eve dönüş” ünü ve örgüt liderlerinin Avrupa’ya yollanmasını içeren bir “yol haritası” önermiş, 22 Ekim 2009’da Can Dündar’ın  “Genel af”  sorusuna ise “Çözüme yardımcı olabilir ama kamuoyunun bunu kabul edebilir hale gelmesi lazım”  cevabını vermişti.
Köksal’ın kamuoyunu alıştırma öğüdü ile Erdoğan’ın  “hazmettire hazmettire” stratejisini ilan edişi de, herhalde bu yazı dizisinin başından beri sık sık karşımıza çıkan “ilahi tesadüf(!)” lerden biriydi!
 

MİT İLE BARZANİ ‘FEDERASYON’ DA PİŞTİ OLDU
“Devlet herkesle görüşür” diyen Köksal’ın, Sevimay’a yaptığı açıklamanın en çarpıcı yanı, Irak işgali öncesi  “Irak’ın kuzeyiyle Türkiye’nin güney doğusu tek bir ekonomik bölge olmalı”  diyen ABD’nin projesine uygun biçimde “Kuzey Irak’la entegrasyonu” savunmasıydı:
 “Şu anki konjonktür buna uygun. İran’ın nükleer silahla vs.yle başının bir ölçüde derde girdiği, dış politikada bu kadar sıkıştığı bir dönemde Türkiye, Kuzey Irak’la ilişkilerini geliştirmeye çalışmalı. Vize kalkabilir. Ekonomik entegrasyon geliştirilebilir. Antep, Diyarbakır, Mardin gibi birtakım kentler bölgesel entegrasyonu kolaylaştırıcı bir ekonomik planlama içinde olabilir.” 
Nitekim “Büyük Kürdistan” hayalleri kuran Barzani’nin planı da aynen bu şekildeydi:
 “Önce ekonomik sonra siyasi entegrasyon!” 
Bu “proje” de gelinen aşamayı görmek için Erbil’e bakmak yeterli: Alışveriş merkezleri, üniversiteleri, toplu konutları, elektrik santralleri, havalimanı da dahil olmak üzere Türk şirketleri eliyle yeniden inşa edilen Barzani bölgesi dış ticaretini de Türkiye üzerinden yürütüyor. AKP’nin Barzani’ye entegrasyonu (veya göreceli biçimde tam tersi) Bağdat’ı devre dışı bırakarak, ikili petrol anlaşmaları yapmaya kadar ilerledi!
 

ÖCALAN’LA MÜZAKERENİN MEŞRUİYET KAYNAĞI: %50
Köksal’ın 2011 yılında Akşam gazetesinden Burcu Bulut’la mülakatında söyledikleri daha da çarpıcıydı. AKP’nin seçimlerde aldığı yüzde 50 oyun, İmralı ile direkt görüşmelere meşruiyet kazandırdığını belirten Köksal,  “Öcalan’a af, ancak büyük çözüm paketinin bir parçası olabilir. İmralı’yla görüşmeler yapılıyor ama devletin karşısında da bir sürü aktör var. Kandil mi, Avrupa mı, BDP mi, İmralı mı? Sadece bir aktörle varılacak bir mutabakat ya diğerleri için uygun olmazsa... Oyunbozanlık yapıp, ’biz bunu kabul etmiyoruz’dedikleri takdirde ne yapacağız? Onun için bu işin adım adım götürülmesi şart. 
...
Öcalan’la görüşseydim, “ Geçmişte birtakım hatalar yapıldı. Yok farz edildiler. Türk-Kürt ayrımı yapılması toplumun çok önemli bir parçası olan kitleyi incitmiş olabilir. Türkiye’nin sağlam, güçlü bir birlik içinde olabilmesi adına birlikteliği pekiştirelim... Bunun için yöntem değişsin. Konuşarak anlaşalım”. Derdim. 
...
Kürt kökenli vatandaşlar Öcalan’ı bu mücadelenin lideri olarak tanıyor bizim de kabul etmemiz, ona göre davranmamız gerekir” dedi.
 

KANDİL ULAĞI ANKARA’YI NASIL KIMILDATTI?
Bebek buluşmasının diğer katılımcıları da  “PKK açılımı”  konusunda en az Köksal kadar  “reformist(!)” ti. Her biri  “taşın altına elini koymuş”,  “Özal’lı yıllar” dan bu yana verilen “görev” leri, seve seve yerine getirmiş kimselerdi
Bekaa’da bulunduğu dönemde Öcalan’a  “devlet katından” mesajlar götüren Hasan Cemal, caninin İmralı’ya tıkılmasının ardından, ulaklığını bu kez Ankara-Kandil, Ankara Erbil hatlarında sürdürecekti. 
Bu gidiş-gelişlerinin “gazetecilik faaliyeti” olmadığı, 2009 yılında bizzat Cemal’in  “yol arkadaşı”  Cengiz Çandar tarafından itiraf edilecekti:
 “Kiminle görüşeceğini doğru saptamak, bunun ‘zamanlaması’nı doğru yapmak yetmiyor. O belirlenen kişiye, tam da o zaman dilimi itibarıyla ne sorulacağını, nasıl sorulacağını ve niçin sorulacağını bilmek... Bunu yapabileceği bilindiği için Kandil eteklerinde Murat Karayılan ile görüştüğü iki odalı, kerpiç tavanlı bir köy evinin kapıları, o kapıdan girip aynı işi yapmak isteyen bunca gazeteciye değil de Hasan Cemal’e açıldı. Hasan Cemal öyle bir iş yaptı ki, Ankara’nın kımıldamasını gerektirdi.” 
Ankara’yı “kımıldatan” Cemal’in Kandil üzerinden aktardığı  “Barışın gereğini yapmak için siyasi irade, siyasi cesaret şart!” mesajıydı. Diziyi ilk günden beri takip edenler bu “mesaj” ın kaynağını hatırlamış olmalı:
 “Siyasi cesaret”  arayışı Henri Barkey ve Graham Fuller’in 1997’de CIA için kaleme aldığı “Kürt raporu” yla başlamıştı.
Cemal, Karayılan’ın “AKP ile BDP, bu iki siyasi hareket birbirine sırtını dönerse barış yolu açılamaz. Bu konuda ilk girişim Başbakan’dan gelmeli... Kürt hareketi bugün tek başlı... Önder Apo İmralı’da... Ve eğer devlet bu sorunu çözecekse her şey, tüm koşullar hazır... Erdoğan da yüzde 50 oyu almış durumda... Daha ne bekliyoruz” sözlerine  “Evet daha ne bekliyoruz”  diye arka çıkarak  “Ankara” nın kulağına “cesaret vakti” nin geldiğini fısıldayan kişi olacaktı.
Ne dersiniz; Hasan Cemal’i Kandil dönüşü “Ankara” ya davet edilmesinin yahut 1 Ağustos 2009’da Gölbaşı’nda Beşir Atalay başkanlığında yapılan “Açılımın Türkiye ayağı temel atma toplantısı” na katılan 12 kişi arasına seçilmesini sağlayan “üstün gazetecilik” başarıları mıydı?
Cevabı, yine bir Kandil yolculuğu sırasında, yanındaki PKK’lı teröristin “Hasan Abi, çözüme mi çalışıyorsun, gazeteye mi?” sorusu üzerine Hasan Cemal bizzat kendisi verecekti:
 “Her ikisine de Zagros, her ikisine de!..” 
 

AMERİKALILARIN AÇILIM ORTAĞI
Bebek buluşmasının bir diğer ismi Cengiz Çandar da Cemal gibi terör kamplarına yabancı değildi. Hatta Çandar’ın, Cemal’den farklı olarak bir “gerillalık” geçmişi de vardı. 
Çandar da Cemal gibi 12 seçilmiş açılımcı arasındaydı. Ki aksi düşünülemezdi. Çandar, 2007’de Washington’da The Atlantic Council’de yapılan ve David Philips ile Henri Barkey’in “açılımın yol haritası” nı çizdiği toplantının “paydaş(!)” larından biriydi.
Kısa süre önce Taraf’a verdiği röportajda “Irak Kürtleriyle ilişkilerin kurulmasının mimarıyım. Bir tabunun Cumhurbaşkanı üzerinden yıkılmasıydı bu” diyen Çandar’ın “süreç” e bir başka  “hizmeti”  de TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş - PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” raporuydu.
Raporu hazırlarken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Bakanlar Sadullah Ergin, Beşir Atalay, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, AKP’li Ömer Çelik CHP’li Sezgin Tanrıkulu, Efkan Ala, Murat Özçelik, Aydın Seken gibi bürokrat ve diplomatlar, PKK’lı Murat Karayılan, Zübeyir Aydar, Remzi Kartal, Ahmet Türk, Leyla Zana, Osman Baydemir, “Kuzey Irak” tan Neçirvan Barzani, siyasal Kürtçüler Kemal Burkay, Haşim Haşimi, Yaşar Kaya gibi isimlerle görüşen Çandar, hiç şaşırtıcı olmayan biçimde bir tek adresin görüşünü “es” geçmişti:
Türk Silahlı Kuvvetleri!
 Ha bir de, elbette “şehit aileleri” !
Öcalan’ın 15 Ağustos 2009 tarihli “Demokratik Çözüm Planı” na meşru (Soros kimin için, ne kadar meşruiyet ifade ederse artık) bir ambalajdan ibaret olan raporda Çandar da tıpkı İmralı’daki cani gibi “çözüm(!)”  için KCK’da tahliye, TCK ve TMK’da değişiklik, yeni Anayasa, Hakikatleri Araştırma Komisyonu gibi bir dizi  “ön şart”  sıralıyordu.
Çandar’ın “sınırlarımız içerisini betimlerken ” PKK bölgesi “ ifadesi kullanarak terör örgütüne iktidar alanı yaratan, terörle mücadeleyi, Kürtlerle savaş olarak ifade edip, teröristlerle ilgili meşru bir güç algısı oluşturan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yürüttüğü vatan savunmasını ‘terörist eylemler’gibi sunan, insan hakları, demokrasi gibi kavramlarla oynayıp, her türlü isyan, katliam, ayaklanma, pusuyu hak arama mücadelesi, halkların direnişi gibi yansıtan, velhasıl Atatürk’ün mirasını “ yara ” olarak tarifleyen Graham Fuller’in namı diğer “ makale ortağı” olduğunu hatırlayınca, rapordan çıkan sonuçta şaşılacak bir şey yoktu.
Aslında Necati Doğru’nun, Cemal, Çandar ve Birand hakkında, 12 Mart 2008’de Vatan’da yazarken sorduğu o soru bir çok şeyi anlatıyordu:
“ Gazeteci midirler, yoksa “devlet(!)” in gazeteci kılığına sokup gizlediği görevlileri midirler? 
Tabii  “Ama hangi devletin”  diye sormak kaydıyla...
 

KAREYİ TAMAMLAYAN SOROSCU
Çandar’a yukarıda bahsettiğimiz raporu sipariş eden TESEV’in Başkanı Can Paker “akil adam” olarak sarf ettiği “Keşke Öcalan serbest olsaydı” sözleriyle, Bebek’teki gizli buluşmanın “açılım karesi” ni tamamlayan isim oldu.
(Soros’un tek akili Can Paker değildi; Danışman Etyen Mahçupyan, Mütevelli Kurulu üyeleri Tarhan Erdem ve Mehmet Uçum da TESEV kontenjanından “akil” seçildi.)
 
YARIN: VAZGEÇİL(E)MEYEN ADAM: EMRE TANER

 

 

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ...

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
Beş yıl önce törenle açıklanan “tarihi istihbarat bilgisi”:
Türkiye bölünecek!
Öcalan, Barzani ve Kandil’deki PKK yöneticileriyle yaptığı görüşmelerle dikkat çeken, görev süresi AKP hükümeti tarafından tam 4 kez uzatılan eski MİT Müsteşarı Emre Taner, kurumun 80. kuruluş
yıldönümünde yaptığı konuşmada “birçok ulus devlet ve milletin hızla tarihe gömüleceği, birçok 
ülkenin de küresel rekabete dayanamayıp egemenliğini kaybedeceği” yeni bir döneme girildiğini 
haber verdi...
 
Tarih 17 Aralık 2004...
Türk’ün gerçek meseleleri ile, meşgul edildiği suni/ithal gündem arasında dağlar kadar fark; ve acıdır ki  “kan”  var yine!
AKP’lilerin  “gurur duyduğu”  Barzani’nin  “işgali”  altındaki Türkmen şehri Musul’da, dört kere peşmerge kontrolünden geçip, üste üste iki pusuya düşürülen beş Özel Harekât polisimizin şehit edildiği gün, siyasi iktidar AB’nin  “Tam üyelik müzakereleri için takvim”  verişini kutluyordu. Ucu açıktı ama olsundu...
İmralı’daki  “konutu(!)” nda havai fişek patlatma, konfeti yağdırma şansı bulabilmiş miydi bilinmez ama haberi Tayyip Erdoğan kadar coşkuyla karşılayan biri daha vardı:
40 bine yakın insanın katlinin birinci derecede sorumlusu Abdullah Öcalan, Brüksel’den gelen haberi duyar duymaz kaleme kağıda sarıldı ve Erdoğan’a hitaben bir mektup yazdı. Alttan alttan tehdit de ederek  “Türkiye’nin iyiliği için AB sürecinin kazasız belasız(!) atlatılması gerektiğini”  söyleyen Öcalan, Erdoğan’a  “barışı derinleştirmek için bazı adımlar atmasının şart olduğunu”  hatırlattı.
 

“81 il gereksiz, 25 eyalet olsun” 
Öcalan’ın Erdoğan’dan atmasını beklediği adım “demokratik konfederalizm”  dediği  “eyalet modeli” ydi:
 “Türkiye’de 81 il var. Ben aslında Türkiye için 25 bölge, 7 eyaleti Kürt, 18 eyaleti Türk nüfusun yoğun olduğu, diğer kimlikleri reddetmeyen bir yapılanma düşündüm, bunların yerel yönetim parlamentoları olur. Bir nevi Almanya’daki eyalet sistemi gibi. 81 il anlamsız. Kültürel, sosyal, anlamlı bir karşılığı yok. Yerel bölgelere dayalı bir Temsilciler Kongresi olabilir. 25 bölge ekonomik, sosyal, kültürel anlamı olan bütünlükler olmalı. Bu bir nevi konfederasyon olur. Devlet var üstte. Arada halkla devlet arasında bir yere dayalı temsilciler şeyi var. Bu temsilcilerin seçtiği üst temsilciler meclisi olmalıdır. Türkiye demokratik konfederalizmini böyle tarif ediyorum”  (4 Mayıs 2005)
TBMM yerine Cumhuriyet Senatosu öneren(!) Öcalan’ın tarif ettiği yönetim biçimi  “Başkanlık Sistemi” ydi ve Kalkınma Ajansları, Bölge İdare Mahkemeleri, Büyükşehir Yasası gibi onlarca adımla eyalet modeline geçişin altyapısını hazırlayan AKP, 12 Eylül 2010 referandumundan sonra  “Başkanlık Sistemi” ni hazmettirmeye girişecekti.
 

5 saatlik “Açılım” brifingi
Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş’ın 23 Mayıs 2011 tarihli yazısındaki ifadesiyle, Şenkal Atasagun’un MİT Müsteşarlığı döneminde  “PKK liderini tanıyabilmek ve arada bir güven ilişkisi oluşturabilmek” için Öcalan’la görüşen dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Emre Taner, Müsteşarlığa getirilmesinden kısa süre sonra Türkmen kanının oluk gibi aktığı Kuzey Irak’a giderek, Barzani ile o gün için Türk tarafının gizli tuttuğu ve fakat KDP’lilerin doğruladığı bir görüşme yaptı. (Bu iddialara göre Taner’in Barzani ilk buluşması da değildi.)
15 Haziran 2005’te göreve gelen Taner’in 8 Ağustos 2005’te Bakanlar Kurulu’na  “Kürt Meselesi”  üzerine verdiği 5 saatlik brifing (Brifingin sonucunu Türk Milleti 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da gördü. Erdoğan “Evet bir Kürt sorunumuz var bunlarla yüzleşmeye hazırız. Kürt sorunu herkesten önce benim sorunumdur” dedi. Erdoğan’a ilk destek manidar bir isimden geldi. Darbeci Kenan Evren de iktidardakiler de aynı fikirdeydi: “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir. Biz istediğimiz kadar hayır diyelim orada bir Kürt devleti var!” ) ve MGK’da “açılımdan yana”  tavır almasından sonra,  “çiçeği burnunda Müsteşar”  olarak attığı en önemli  “adım” lardan biri olan bu görüşmenin zamanlaması da manidardı. 20 Ekim 2005’teki Taner-Barzani buluşması, Barzani’nin ABD, İngiltere, İtalya gezisinin arifesine rastladı.
 

“Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen” Kuzey Irak’a tanıma sözü mü verdi
“Kürt sorununun siyasi yollardan çözümü”  üzerinde durulan görüşmede, o günlerde TEMPO dergisinin edindiği bilgilere göre; “MİT Müsteşarı masaya ’Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen’ oturmuş ve Barzani de ’Türkiye Cumhuriyeti’nden’Türkiye sınırlarına taşmamak kaydıyla Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunun tanınmasını, Türkiye ve Irak Kürtleri arasındaki akrabalıktan dolayı ’iki ülke vatandaşları’na çifte vatandaşlık verilmesini, Türk-Kürt üniversiteleri arasında öğrenci değişimi yapılarak Kuzey Irak’taki üniversitelere giden öğrencilerin durumuna resmiyet kazandırılmasını ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta bir ’Harp Akademisi’kurmasını talep etti.
’Türkiye Cumhuriyetini temsilen’masada oturan Taner, bu taleplerin hiçbirine ’Hayır’demedi. Karşılığında tek talebi ’Kuzey Irak’taki Kürt otoritesi’nin PKK’ya karşı işbirliği yapmasıydı.” 
İddiaya göre Taner, Barzani’ye konuştuklarını Bush’a iletmesini söylemişti.
 

Bush’tan Barzani’ye: Başkan!
Bu görüşmenin hemen ardından ABD’ye giden Barzani, Bush tarafından Oval Ofis’te  “Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı”  sıfatıyla karşılandı.
Bush, Barzani’yi  “Bir diktatöre karşı ayağa kalkan cesur adam”  diye selamlıyor, Barzani de Bush’a  “Sizin liderliğinizdeki ABD ordusu, kahraman peşmergeler ile Irak ve Kürdistan halkı sayesinde başarıya ulaşacağız”  diyordu.
28 Ekim 2005’te, Amerikan Ulusal Basın Kulübü’nde gazetecilerin sorularını yanıtlayan Barzani,  “Türkiye’nin, ’Başkan’sıfatıyla ağırlanmasından duyduğu rahatsızlık”  hatırlatılması üzerine  “Irak’ta bir ülke ve Kürdistan Bölgesi denilen bir parça vardır. Kürdistan Parlamentosu var, Kürt halkı var. O parlamento da beni Kürdistan Başkanı seçti. Başkan Bush, yasal olmayan bir şey söylemedi ki...” dedi.
Taner  “Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen” masada Kuzey Irak’ı “tanıdıktan”  sonra bu tür “rahatsızlık”  açıklamaları zaten tiyatrodan başka bir şey değildi.
 

Başka teröristlerle de görüştü
Cengiz Çandar’ın yazdığı TESEV raporuna Taner sadece Öcalan ve Barzani ile değil, PKK’nın başka yöneticileriyle de  “yüz yüze görüşmeler” de bulunmuştu. 
Diyarbakır doğumlu olan ve yakın çevresine  “Ben Kürt meselesini Musa Anter’den öğrendim”  dediği ileri sürülen, görev süresi AKP tarafından tam 4 kere uzatılan Taner, asıl açılımı 5 Ocak 2007’de, MİT’in 80. Kuruluş Yıldönümü töreninde yaptı:
 “Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasî, ister ahlaki-dinî olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir...
 (...)
20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam etmeyeceği önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanılmıştır. Elbette bunun en önemli nedeni, sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakarlıkla sahip çıkmalarıdır. Bu nedenle de geleceğe yönelik tahminler bu katı/kuralcı yaklaşım içinde başarısız olmuştur.
(...)
İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişememekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olamamakla kalmayacak; aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.
 

Kaos coğrafyasının göbeğinde bir garip ülke
Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır. Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Orta Doğu’nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır. Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve ” rol “ savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir...” 
Beş yıl önce yaptığı bu konuşma hem bölünme sürecinin hem de  “Arap Baharı” nın  “habercisi”  olduğu gerekçesiyle halen tartışılan Taner’in söyledikleri aslında Türkiye için  “yeni”  değildi.
Ülkenin milli güvenliğinin emanet edildiği Taner’den neredeyse iki yıl önce, 20 Nisan 2005’te, ülkenin milli savunmasının emanet edildiği dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök  “Milli egemenlik kavramı eskimiştir, yerini küresel güvenlik almıştır” demiş, diyebilmişti!
 
YARIN: ABD-AKP İTTİFAKI TSK’YA KARŞI

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (16)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
Türkiye’yi sırtından vuran NATO raporu:
“Kürdistan”a askeri güç yerleştirelim!

ABD, Abdullah Gül’ün imzaladığı “Ortak Vizyon” belgesiyle Türkiye’ye NATO’dan ibaret bir güvenlik algısı dayatırken Richard Holbrooke ve Alman Marshall Fonu Başkanı Ronald Asmus’un NATO için hazırladığı raporda “Türkiye’nin Irak’a girmesini önlemek için NATO’nun bir askeri gücü Kürdistan’a yerleştirmesi” tavsiye edildi...
 

Ülkeyi yönetenlerle PKK terör örgütü arasındaki “ilişki” 2006 yılında tam da  “hem giderim, hem ağlarım” kıvamındaydı.
PKK’lı Murat Karayılan, Kandil’den Başbakan Tayyip Erdoğan’a, İmralı’daki cani Abdullah Öcalan da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve TBMM Başkanı Bülent Arınç’a mektup yollamıştı. Öcalan’ın Sezer’den “anayasanın güncellenmesini”, Arınç’tan ise “Misak-ı Milli’nin güncellenmesini” talep ettiği basına yansıdı. Öcalan’ın bu taleplerini dayandırdığı “referans”da hayli manidardı:
 “Azınlık ve Kültürel Haklar Raporu”yla Lozan’ı tartışmaya açtığı gerekçesiyle çok tepki çeken dönemin Başbakanlık ve İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu! 
 Sonradan “akil” seçilen Yıldıray Oğur’un Taraf’ta ortaya attığı iddiaya bakılırsa mektuplarla başlayan flört, “gizli saklı görüşme”  aşamasına kadar ilerlemişti. Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü raporunu kaynak göstererek   “PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü”  yazdı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu’na göre de Ok, Öcalan ile telefonda görüştürülmüştü.
 “Çok üst düzey bir devlet yetkilisinin 2006-2008 arasında Avrupa’da PKK’nın ileri gelenlerinden Sabri Ok, Zübeyir Aydar ve Adem Uzun’la birden fazla kez bir araya geldiği”  Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı  “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?”  raporunda da yer aldı.
 

Washington’da “Amed” açılımı
İktidar PKK’lılarla giriştiği pazarlığı gözlerden uzak sürdürmeye çalışıyordu ama örgütün siyasal uzantılarının meydan okuması bütün dünyanın tanıklığındaydı. 
2006 Şubat’ında Birleşik Kentler ve Yerel Yönetimler Toplantısı bahanesiyle ABD’ye giden Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, 12 gün boyunca Türkiye aleyhtarlarını sevindirecek epey malzeme dağıttı. 
ABD güya tepki olarak Baydemir’le resmi temasa yanaşmamıştı ama ABD Dışişleri Güney Avrupa Dairesi’nden Baxter Hun, Baydemir’le kaldığı otelde buluşacaktı. 
ABD’lilere göre “Binalarına almadıkları(!) için bu görüşme, resmi sayılmaz”dı!
Gezisinin  “fevkalade” geçtiğini söyleyen Baydemir’e “içerik” sorulduğunda “Türkiye’de söylediklerinden farklı bir şey söylemediğini”  ifade ediyordu!
Amerikan basınının “barış dili”nin oluşmasına katkısı yadsınamazdı; gazeteciler sorularında çoktan Diyarbakır yerine  “Amed”  demeye başlamışlardı.
 

Edip Başer dayanamadı
Birbirinin peşi sıra alınan iki kararla ABD  “resmen Kürt sorununun parçası/taraf” haline geldi. Bunlardan ilki, ABD’nin emekli orgeneral Joseph Ralston’u PKK’yla Mücadele Koordinatörü olarak ataması (Türkiye’deki mevkidaşı(!) emekli Orgeneral Edip Başer’di), ikincisi de Kasım ayında Erdoğan’ın ABD ziyaretinden sonra oluşturulan ‘Anlık İstihbarat Paylaşımı için Üçlü Mekanizma’ydı.
Ralston’un Türkiye ile yüksek meblağlı anlaşmaları bulunan ünlü silah şirketi Lockheed Martin’de çalışması  “PKK lobisi”ni öfkelendirmişti ama asıl endişe duyması gereken Türkiye’ydi.
Edip Başer “PKK ile asla görüşmeyeceğini”  ilan eden Ralston’u tanıdığını söylüyor ve umutlu konuşuyordu ama kısa sürdü. Maskeler düştü; Başer her ne kadar Türkiye’nin operasyon yapmak için ABD’nin onayına ihtiyacı olmadığını söylese de, koordinatörlüğün asıl misyonunun  “Kuzey Irak’taki PKK varlığına yönelik koordineli mücadele” adı altında olası bir sınır ötesi harekâtı engellemek olduğu anlaşıldı.
ABD Ankara Temsilcisi Ross Wilson’un 1 Şubat 2007 tarihli raporuna göre Başer, mevkidaşı Ralston’a “PKK’lı Murat Karayılan’la, ABD’li askeri yetkililer arasında, Aralık 2006’da gerçekleşen görüşmeden haberdar olduğunu, bu görüşmede ‘15 Ocak 2007’den itibaren 4 ayrı kampta, 300 PKK’lının eğitilmesi kararı çıktığını, bir Amerikan heyetinin PJAK’a silah, üniforma ve para verdiğini” söyledi.
Uzun süre memnuniyetsizliğini kamuoyuyla da paylaşan Başer, istifa edeceğini söyledikten bir gün sonra görevden alındı. Yerine  “Genelkurmay’ın görüşü alınmadan” Rafet Akgünay atandı.
İstifasından sonra da  “açılım”  ve  “barış süreci”  adı altında atılan adımları sert dille eleştiren Başer, Barzani’nin Diyarbakır’da ağırlanmasından sonra yaptığı açıklamada  “Barzani’nin Türkiye’ye gelmesi ve kardeşlik söylemlerinde bulunması belki kulağa hoş gelebilir. Ancak Barzani ne kadar güvenilir bir adamdır? Bunu sorgulamak gerekir. Konjonktür icabı bunları yapıyor olabilirsiniz ancak nereye kadar? Bunlar ülkenin üniter bütünlüğüne zarar verecekse, duvarları yıkacaksa bundan sonra herkesin duvarları nasıl tamir edeceğini düşünmesi gerekir. Açıkçası son derece endişeleniyorum. Üniter bütünlüğümüz açısından son derece endişe duyuyorum. Ülke bütünlüğü iç ve dış güvenlik açısından daha da endişe verici bir noktaya geldiğimizi düşünüyorum”  dedi. 
Başer, “vatanları için canını vermeye yemin etmiş silah arkadaşlarımızla, eli kanlı teröristleri aynı kefeye koymak asla kabul edilemez” diyerek “toplumsal barış/helalleşme projesi” diye ambalajlanan  “genel af” a karşı çıktı.
Abdullah Gül, 5 Temmuz 2006’da ABD’de  “Türk-Amerikan Stratejik Ortaklığını İleri Götürmek İçin Ortak Vizyon ve Yapılandırılmış Diyalog” adında garip bir belgeye imza attı. Buna göre iki ülke birbirine “Bölgesel ve küresel hedefleri bağlamında aynı değerler ve idealler bütününü paylaşmayı taahhüt ediyor” du.
Çarpıcı olan Afganistan’dan sonra ABD, “Kafkaslar ve Orta Asya’nın da istikrar, demokrasi ve refahına ‘ortaklaşa’ katkıda bulunmak”tan söz ediyordu. Hedef Türkiye üzerinden Hazar havzasının kontrolüydü! 
Türkiye’ye NATO’dan ibaret bir güvenlik algısı dayatan, PKK’ya karşı birlikte mücadele öngören belgenin mürekkebi kurumadan Richard Holbrooke ve Alman Marshall Fonu Başkanı Ronald Asmus’un “Türkiye’nin Irak’a girmesini önlemek için NATO’nun bir askeri gücü Kürdistan’a yerleştirmesini”  tavsiye eden raporu ortaya çıktı! 
Aynı günlerde, “acil müdahaleler” için İncirlik Hava Üssü’nün kapasitesinin de genişletilmesi kararı alındı.
Sabah’ın 30 Temmuz 2006 tarihli nüshasındaki iddiaya göre, AKP iktidarı bir “dağdan iniş planı” hazırlamıştı;
 “Barzani, PKK’nın dağdan indirilmesine destek vermiş, Talabani ikna edilmiş, Türkiye’deki Kürt siyasetçiler PKK’nın silahlı mücadelesine karşı olduklarını bildirmiş, Barzani ve Talabani Kuzey Irak’taki 2 bini aşkın PKK’lının silah bırakarak Türkiye’ye dönmesi için örgüte baskıya başlamış, aksi halde kamplarını kuşatmak, kentlere ulaşımlarını engellemek ve tecritle tehdit etmiş ve bu plan MGK’da kabul görmüş hatta Cumhurbaşkanı Sezer dahi ” denemekte fayda var “ demişti.” 
 Ya Barzani, Talabani ve PKK, 17 Temmuz’da ABD Türkiye’ye  “Kuzey Irak’a girmeyin” talimatı(!) verdikten sonra bir anda hidayete ermişti, ya da bu işte bir bit yeniği vardı. Konunun uzmanları o bit yeniğinin,  “operasyonel bir haber”  üzerinden TSK’ya  “dur”  denilmesi olduğunu söylüyordu.
Ancak TSK durmak niyetinde değildi; 
1 Ağustos 2006’da Türkiye -Genelkurmay’a dayanarak- ABD’ye  “PKK’ya karşı alınması gereken önlemler”i bildirdi. İlk madde  “Kuzey Irak’taki PKK varlığına son verilmesi” ydi, aksi halde  “Türkiye’ye karşı terör tehdidi ortadan kaldırılamaz” dı. 
Genelkurmay’ın bir diğer “kırmızı çizgisi”,  “askeri önlemleri dışlayan söylemden uzak durulması” ydı.
 

“Düz ovada siyaset yapsınlar” 
ABD Bağdat Büyükelçisi Siyaset Müsteşarı Margaret Scobey’nin 2 Ağustos 2006 tarihli notu, Irak’taki tablonun Sabah’ın haberinde vaat edilenle alakası olmadığının kanıtıydı:
 “Talabani, Türkler’in önkoşulsuz bir affa razı olmaları halinde PKK’nın silahlarını ABD yetkililerine teslim edecekleri konusundaki daha önceki aktarımlarını yineledi. PKK’nın artık ABD’ye, Orta Doğu’ya demokrasi getiren kurtarıcılar gözüyle baktığını söyledi.” 
1 Ekim 2006’da ABD Bağdat Büyükelçisi Zalmay Khalilzad’ın Barzani cephesinden aktardığı durum da farklı değildi:
 “Barzani’ye göre Türk tarafında bir esneklik olması durumunda PKK kalıcı olarak silah bırakmaya hazır. PKK Türkiye’nin güney doğusunda federal bir yapı, kültürel siyasi haklar ve Türk hükümetiyle olan anlaşmazlığın barışçı bir çözüme kavuşturulmasını istiyor.” 
Ve ABD’nin ince ince dokuduğu af tezgahına beklenmeyen(!) bir destek geldi. Dönemin DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar 7 Ekim 2006’da terör örgütü üyeleri için  “gelsinler düz ovada siyaset yapsınlar”  derken, AKP iktidarını  “TSK karşısında sessiz kalmakla”  suçladı!
 

İran’la askeri yakınlaşma
ABD Büyükelçiliği Başmüsteşarı Nancy McEldowney’nin 23 Ocak 2007 tarihli raporu çok kritik. Rapora göre TSK,  “ABD’nin PKK’ya karşı beraber hareket etmemesi durumunda İran’la işbirliği yapacağını, 24 Ocak’ta da İranlı 4 askeri yetkilinin karargâhta kabul edileceğini ve Kuzey Irak’ta tek başına operasyon düzenleyeceğini”  bildiriyordu.
Barzani, 10 Temmuz 2007’de Bush’a yazdığı mektupta panik halindeydi:
 “Kürdistan halkına yönelik husumetlerini engellemek için Türkiye’ye her türlü baskıyı yapmanızı kuvvetle tavsiye ediyorum!” 
Barzani, ABD Bağdat Büyükelçisi Ryan Crocker ile görüşmesinde de  “Türkiye’nin yeniden saldırması halinde Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarındaki Türk birliklerine saldırarak karşılık verebileceğini”  söyledi.
 

Peşmergeden AKP’ye seçim desteği
22 Temmuz seçimlerine sadece 4 gün vardı. Barzani’ye seçimi AKP’nin kazanmasının  “Kürdistan’ın çıkarına” olacağı hatırlatıldı ve  “hassas”  davranması öğütlendi! Bu çerçevede PKK da  “Kürdistan Bölgesel Hükümetini zor durumda bırakacak planlı bir operasyon”  öncesinde Barzani’ye haber verecekti!
Kasım başında Kuzey Irak’ta Barzani ve yardımcıları  “Türkiye’nin Kuzey Irak’ı işgaline karşı savunma planları” hazırlama noktasına gelmişken, Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de Washington’da Bush’la  “baş başa”  görüşmesi bütün havayı -Türkiye aleyhine- değiştirdi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı  “sınır ötesi operasyon”  sözcüklerini dağarcığından silmiş gibiydi...
 

 

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (17)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
“İki David” hazırladı; hayata geçirilmesi...
“İki Abdullah”a kaldı
David L. Phillips ve Vamık David Volkan’ın iki yıl arayla hazırladıkları raporlarda AKP’ye, Türklüğün Anayasa’dan çıkarılması ve yeni bir Anayasa hazırlanması, Ne Mutlu Türk’üm diyene yazılarının silinmesi, Andımız’ın kaldırılması, PKK’ya af ve Öcalan’ın çok istediği Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulması önerildi. Aradan geçen dört yılda “İki David” in taleplerinin tamamına yakını gerçekleştirildi.
 
Türk-Ermeni Uzlaştırma Komisyonu’nun da kurucusu olan, Atlantik Konseyi uzmanı David L. Phillips’in Amerikan Ulusal Dış Politika Komitesi için hazırladığı, 15 Ekim 2007 tarihli  “PKK’nın Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” raporu, AKP iktidarının 2009 yılında başlattığı  “Kürt açılımı”nın  “yol haritası”nı çiziyordu.  “PKK sorununda siyasal çözümü”  savunan rapora göre;
- “Sorun”un  “çözüm”ü için muhatap belirlenmeli; ABD de bu muhatapları üst düzeyde kabul etmeliydi, 
-PKK’lıların “af”fı için yasal düzenleme yapılmalıydı,
-Türkiye Barzani’yle her alanda işbirliğine gitmeli ve Kerkük’ün  “Kürdistan” a katılımına rıza göstermeliydi,
-Ordu  “demokratikleştirilmeli” ydi,
-Sivil bir  “anayasa” yapılmalıydı,
-TCK’nın 301. Maddesi kaldırılmalıydı,
-Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmalıydı.
PKK’yla bölelim
Barzani’yle bütünleştirelim
Dile kolay; 20 yıl mercek altında tuttuktan sonra Phillips de Türk toplumunun  “şifreleri”ni çözmüştü. Dilinin altındaki baklayı  “hazmettire hazmettire” çıkardı. 2007’de yayınlanan ve PKK odaklı olan,  “bölünme”nin birinci aşaması adımlarını içeren rapordan sonra, Phillips 2009 yılında bir rapor daha yayınladı. “Türkler ve Iraklı Kürtler arasında Güven İnşası” raporu  “Kuzey Irak’lı bütünleşmeyi” hedefliyordu:
- Ticaret ve yatırımın geliştirilmesi için Habur sınır kapısının iki tarafında gerekli önlemler alınmalı, geçiş koşulları kolaylaştırılmalı, yeni sınır kapıları açılmalı.
- Irak Kürdistanı’nın bölgeden petrol ihraç edebilmesine imkan sağlamak üzere Irak Hidrokarbon Yasası’na son şekli verilmeli. TPAO bölgede rol üstlenmeli.
- Kerkük ve diğer ihtilaflı bölgelerde Kürt Bölgesel Yönetimi’nin hakimiyeti sağlanmalı.
- Türkiye, Kürt kimliğinin tanınması için adımlar atmalı.
- ABD meselenin çözümü için özel temsilci atamalı.
Norveç hükümeti tarafından finanse edilen raporların hazırlık toplantılarına Türkiye’den de  “açılım”ın gediklisi Cengiz Çandar, şimdi MİT Basın Müşaviri olan dönemin Star yazarı Nuh Yılmaz, Sabah’tan Ömer Taşpınar, Aslı Aydıntaşbaş ve Doğu Ergil gibi isimler de katıldı.
Raporlar için fon sağlayan Norveç’in Washington Büyükelçisi Wegger Strommen’ın raporun yayınının ardından “cemaate” yakınlığıyla bilinen Rumi Forum’da “Barış ve Uzlaşı Çabaları”nı anlatması dikkat çekiciydi.
 

Ne dediyse oldu...
Cengiz Çandar’ın Abdullah Öcalan ve Abdullah Gül’ü kastederek “İki Abdullah çözecek” dediği “Kürt sorunu(!)” için “reçete”  yazmak görevi de ne gariptir ki  “İki David”e emanetti. 
Prof. Dr. Vamık David Volkan’ın Ekopolitik Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği adına hazırladığı ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sunduğu 71 maddelik raporunun  “mesajı”  Phillips’in verdiği mesajla aynıydı.
Volkan;
-Türklük kavramı yerine Türkiyelilik kavramının kullanılmasını,
-Siirt ve Mardin’e Kürtçe eğitim veren üniversite kurulmasını,
-Özerklik sisteminin de artık tartışılır hâle getirilmesini,
-Ana dilde eğitim için düzenlemeler yapılmasını,
- Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesini,
-  Sınır ötesi operasyon ve bombalamaların durdurulmasını,
- Örgüt propagandası ve toplantılara muhalefet dolayısıyla 7-8 yıldır devam eden davalar konusunda hızla adım atılmasını,
- Anayasada, kanunlarda ve diğer mevzuatta Türklüğü ön plana çıkaran, üst kimlik olarak vurgulayan hükümlerin ivedi olarak düzeltilmesi, çıkartılmasını,
-Dağlara, taşlara yazılan “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazısının silinmesini,
- Andımızın kaldırılmasını,
- YAŞ kararı ile terfi ettirilemeyen askerlerin yanında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da suça karışmış asker ve polislerin de görevden alınmasını,
- Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmasını,
-Coğrafi isimlerin değişmesini öneriyordu.
Geçen 4 yıl içinde Volkan’ın önerilerinin büyük oranda uygulamaya dönüştüğünü, yapılmayanların da 30 Eylül 2013 günü bizzat Tayyip Erdoğan tarafından  “Demokratikleşme Paketi” adı altında yapılmasının yolunun açıldığını düşününce ortaya çıkan o ki; iktidar  “İki David”in  “mesajını” almıştı!
 

“Parçaları” birleştirme yolunda
Türkiye kendi içinde ne yaparsa yapsın  “yap-boz”un  “diğer parçaları”  da tamamlanmadan  “Büyük Kürdistan”  projesi nihayete erdirilemezdi. Bu nedenle de, bu vazifeye fazlasıyla teşne Barzani ihmal edilmemeliydi. Phillips’ten sonra projenin  “Kuzey Irak” ayağı için bu kez de ABD’li Kürt uzmanı Henri Barkey devreye sokuldu. Barkey’in 2009 yılı Şubat ayında Carnegie Endowment for Democracy için hazırladığı  “Kürdistan Üzerine Çatışmayı Önlemek” raporu “parçaları” birleştiriyordu:
-Irak, Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt sorunu birbirine güçlü şekilde bağlıdır. Bu nedenle, Washington, bu bağları gerektiğinde kullanıp çok kapsamlı bir yaklaşım geliştirmelidir.
-Temel öncelik Kerkük’ün Kürt bölgesine katılmasının sağlanmasıdır.
-Türkiye ve Kürt Bölgesel Yönetimi arasında işleyen bir işbirliği kurulmalıdır; özellikle enerji alanında işbirliğinin kapsamını genişletmelidir.
-İran’a karşı, Bağdat-Ankara hattının kurulması için öncelikle Ankara-Erbil hattı kurulmalıdır.
 

ABD’nin cevap veremediği sorular
ABD bir yandan  “yol haritaları”  hazırlarken, bir yandan da Türkiye’yi “yol kazaları”na sürüklüyor, her zamanki gibi ikili oynuyordu. 
Daha önce de kısaca değindiğimiz Iraklılara verilen silah ve cephanenin PKK’nın eline geçmesi hadisesinin boyutlarını, “Anlık istihbarat paylaşımı” ve PKK’ya karşı önlem için kurulan “üçlü mekanizma”da Türkiye’yi temsilen bulunan dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergun Saygun bakın nasıl anlatıyordu: 
“İnternette ABD’nin, ” Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı (Defense Security Cooperation Agency) isminde bir teşkilatının web sayfası bulunur. Burada ABD yönetiminin yabancı ülkelere satmak, vermek istediği her türlü malzemenin onay için Kongre’ye sunulmuş bir listesi bulunur. Zaman zaman girip bakardım
“ABD’nin Irak’a vermek istedikleri, akıl almaz boyutlarda ve Irak Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyacının ve kullanma kapasitesinin çok üzerindeydi. Bunlar içinde dikkat çekenlerin başında, 29 adet istihbarat uçağı gelmekteydi ki, Iraklıların bu uçakları uçuracak ve içindeki sofistike teçhizatı kullanacak personeli bulunmamaktaydı. Esas ilginç olan ise 4 Mayıs 2007 tarihli listeydi. Bu listeyi incelediğimizde, milyonlarca hafif silah mühimmatı ve silah gördük. Bir sandıkta 1000 hafif silah mermisi hesabından yüz binlerce sandık ortaya çıktı. Irak’ın içinde bulunduğu o günkü şartlarda bu kadar mühimmatı ne depolamaları ne de envanterini tutabilmeleri mümkündü. Bunun nasıl yapılacağını sorduk Amerikalılara. Bir cevap veremediler. Irak ordusunda veya peşmergelerde M-16 otomatik tüfeği bulunmadığına göre listedeki binlerce M-16 mermisini kim kullanacaktı? Buna da bir cevap alamadık. Çok önemli bir diğer kalem de 80.000 adet C-4 tipi tahrip kalıbıydı. Normal bir askeri kullanım için çok fazla olan ve daha ziyade teröristler tarafından kullanılan C-4 tahrip kalıplarının kullanma yerini sorduk. Bu da cevap alamadık...
ABD Büyükelçiliği yetkililerinin sorularımıza cevap verememeleri normal sayılabilir, çünkü listeleri hazırlayanlar onlar değildi. İnceleyeceklerini söylediler.
Bizim sorgulamamızdan kısa bir süre sonra bu web sayfası kapandı. Sonra listeleri düzenleyip yeniden açtılar...” 
Sadece ABD değil; PKK’lılar AB tarafından da sarıp sarmalanıyordu. 8 Kasım 2007’de, Avrupa Parlamentosu Brüksel binasında, kırmızı bültenle aranan terörist Gülabi Dere’nin de aralarında bulunduğu 25-30 PKK’lı basın toplantısı yaptı.  
 

Ve Türkiye dönüşüyor...
Ve aslında bunlardan daha hazini... 
Kapalı kapılar ardında kalan, perdelenen bunca gaflete, ihanete, dalalete karşın, medyanın da ön almasıyla Türk kamuoyuna bambaşka bir  “film” izlettiriliyordu.
2004 yılında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Abant’ta düzenlediği toplantıda, Alper Görmüş’ün “Aramızdan biri, belki de askeri vesayeti ortadan kaldırmanın yegane yolunun, başarısız kalmış bir askeri darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunu savundu...”  diye aktardı. Kehanetin gerçeğe dönmesi için düğmeye basılmıştı.
2005 yılında Şemdinli İddianamesi ile Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt hakkında suç duyurusunda bulunulmasıyla aşılan eşikten geçen geçeneydi;
18 Şubat 2006’da, darbe ortamı hazırladığı iddia edilen ve  “Sauna çetesi”  diye adlandırılan kimselere Küre operasyonu, 31 Mayıs 2006’da Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı da hedef alan Atabeyler operasyonu yapıldı. 
8-14 Mart 2007 tarihli sayısında TSK Karşıtları ve Yandaşı gazeteciler listesi yayınlayan Nokta, 29 Mart 2007’de bu kez  “Özden Örnek günlükleri”yle piyasaya çıktı.
TSK, AKP-ABD-peşmerge ittifakına karşı sınır ötesi operasyon yapabilme mücadelesi verirken, Büyükanıt’ın  “ben yazdım” dediği 27 Nisan e-muhtırası Türk askerini bir kere daha algıda  “millete karşı” konumlandırdı. Ve o ortamda AKP ikinci iktidarına da zorlanmadan ulaştı.
Mayıs 2007’de terörle mücadelede polise izinsiz dinleme, fişleme, arama, zor kullanmayı da içeren olağanüstü yetkiler verilmesi gündeme geldi. 5 Haziran 2007’de Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın Dolmabahçe’de “mezara kadar götürecekleri sırlarla dolu” görüşmelerinden bir hafta sonra Ümraniye soruşturması başlatıldı. 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de gecekondu baskınında hiçbir zaman varlığı kanıtlanamayan  “el bombaları”nın bulunduğu bilgisi servis edildi.
20 Haziran 2007’de ilk emekli subay Muzaffer Tekin tutuklandı. Soruşturmanın başlaması gibi yeni operasyon da yine Başbakan’ın yaptığı ilginç bir görüşmenin hemen sonrasına rastladı. 21 Ocak 2008’de Başbakan ile ABD Büyükelçisinin gece yarısı yaptığı yine “sır” görüşmenin sabahında 22 Ocak 2008’te 33 kişi gözaltına alındı. 
21 Mart 2008’de Ümraniye’de ikinci dalga kıyıya vurdu.
1 Temmuz 2008’de ilk emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon, Emekli Tuğamiral İlker Güven ve Emekli Albay Atilla Uğur,
18 Eylül 2008’de il, muvazzaf Mehmet Ali Çelebi,
9 Ocak 2009’da yine bir Ümraniye operasyonuyla ilk muvazzaf üstsubay ve ilk kurmay albay Cengiz Köylü, emekli Orgeneraller Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz ve Emekli Tümgeneral Erdal Şenel,
22 Nisan 2009’da Kafes soruşturması kapsamında Deniz Kuvvetleri’nde ilk kez bir Kur. Alb. Mücahit Erakyol ve iki subay,
25 Mayıs 2009’da Poyrazköy davasında ilk muvazzaflar, 
30 Haziran 2009’da ‘Islak İmza’ soruşturmasında Albay Dursun Çiçek tutuklandı. Bu kadar “ilk” yaşanırken kamuoyu anlaşılmaz şekilde kayıtsızdı. 
İlker Başbuğ’un Ağlama Duvarı resimlerinin servis edilmesi, Büyük Kulüp üyeliği ve mason iddiaları, Taraf’ın 20 Haziran 2008’de “Bilgi Destek Planı-Lahika”, 12 Haziran 2008’de de İrtica ile Mücadele Eylem Planı manşetleri, Başbakan’ın eşinin GATA’ya alınmadığı söylentisi;
Medya eliyle halkın büyük bölümü neredeyse operasyonları yapanlara  “duacı”  olacak kıvama getirildi.
Ve yaratılan “nefret” gözleri öylesine kör etti ki; 
9 Ocak 2009’da emekli Jandarma Albay Abdülkadir Kırca’nın, 25 Mart 2009’da Deniz Yüzbaşı Olgun Ural’ın, Deniz Hakim Albay Tanju Ünal’ın intiharları, hayatımıza, tek sütuna beş santim  “habercikler” olarak girdi, sonrasında da unutuldu gitti.

Hançerdeki parmak izleri (18)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

PKK’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne “devlet korumalı” meydan okuma 
Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları “Güneş Harekâtı”nın bedelini yeni bir gözaltı ve tutuklama furyasıyla öderken(!), “Pişman değilim, gerillayım, önder Öcalan’ın çağrısıyla geldim” diyen teröristler “pişman” varsayıldı ve davullu zurnalı yargılama(!) sonrası serbest bırakıldı=
ABD bir yandan, peşmerge bir yandan, PKK başka bir yandan olası bir sınır ötesi operasyonu engellemek/geciktirmek için tuzak üstüne tuzak kurarken, TSK 21 Şubat 2008’de Irak’ın kuzeyine Hava Kuvvetleri’nin de desteklediği bir kara harekâtı başlattı.
Operasyon adını küçük bir kız çocuğundan, 8 Ekim 2007’de Gabar Dağı’ndaki PKK saldırısında şehit olan Piyade Onbaşı Kasım Aksoy’un, babasının cenazesinde ayakkabısız, yırtık çoraplı haliyle yürek burkan 3 yaşındaki Güneş’ten aldı.
 

“MÜTTEFİK”LERİNDEN  ‘HAREKÂTI BİTİRİN’ BASKISI
2’nci Ordu Komutanlığı idaresinde, Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı tarafından “Türkiye’nin sınırlarını, vatandaşlarının can ve mal güvenliğini, huzurunu, ülke menfaatlerini korumak için” yapılan Güneş Harekâtı Türkiye’nin “müttefikleri(!)” ni mutlu etmemiş, TSK’yı bir kere daha “hedef” haline getirmişti.
AB Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Javier Solana jet hızıyla yaptığı açıklamada “Türkiye’nin kaygılarını anladıklarını, ancak harekâtın en iyi yanıt olmadığını düşündüklerini” söyledi. 
BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’a göre de Türkiye’nin güvenlik endişesi anlaşılabilirdi ancak iki ülke arasındaki sınırlara saygı gösterilmeliydi.
 

BARZANİ “ZORBALIK(!)”TAN ŞİKAYETÇİ
Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari “durumun hassasiyeti” nedeniyle Talabani’nin planlanan Türkiye ziyaretinin gerçekleşemeyebileceğini ilan ederken, Mesut Barzani “Gerçekleştirilen operasyonlar bize yönelik zorbalıktır”  diyecekti.
Harekât devam ederken Rusya’dan Türkiye’ye  “itidal”  çağrısı geldi.  Almanya, “operasyonu büyük bir endişeyle izlediklerini, Türk birliklerinin Irak’ta bulunmasının büyük bir istikrarsızlık riski oluşturduğunu” bildirdi.
Dünyanın bir ucundan Avustralya’dan dahi tepki geldi:
 “Türkiye’yi Irak’ın egemenliğine saygı göstermeye ve güçlerini bir an önce geri çekmeye davet ediyoruz!” 
Bütün bu açıklamaların Türkiye’nin  “egemenliği” ni tanımamak/takmamak olduğu üzerinde duran yoktu!
Harekâta ilk andan itibaren karşı çıkan ABD, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, aracılığıyla  “Bu son operasyon, mümkün olan en kısa sürede bitirilmeli. Şunu akılda tutmalıyız ki, bir taraftan teröristlerin yaptıkları işin durdurulması gerekirken, diğer taraftan da bölge istikrarsızlaştırılamaz” mesajı verirken, ABD Savunma Bakanlığı temsilcilerinin 28Şubat’ta Ankara’daki temaslarından bir gün sonra, 29 Şubat’ta Genelkurmay Başkanlığı “harekâtın tamamlandığını” açıkladı.
Dönemin  CHP lideri Deniz Baykal, bu kararın  “PKK’nın tam olarak bitirilmesini istemeyen ABD’nin dayatması” olduğunu iddia etti. 
 

ERDOĞAN VE GÜL   “AF” TAN YANA
Alman Die Welt gazetesine göre Talabani,  Mart 2008’deki Türkiye ziyaretinde, MİT Müsteşarı Emre Taner’in PKK ile görüşmeye gönderilmesinde zamanlama hatası yapıldığını söylemişti. TSK’nın sınır ötesi operasyonunun Taner’i zor durumda bıraktığından yakınan Talabani, MİT Müsteşarı’nın istemesine rağmen  “güvenlik”  nedeniyle Kandil’e “kabul edilmediğini”  ifade etti. Ama, Irak Cumhurbaşkanı sıfatı taşıyan Talabani’nin en çarpıcı açıklaması, Türkiye’deki görüşmelerine dayanarak  “Erdoğan ve Gül’ün aftan yana olduğunu”  söylemesiydi. (13 Mart 2008)

 
MİT MÜSTEŞARI’NIN  GİZLİ BRÜKSEL GÖRÜŞMESİ

WikiLeaks’le sızdırılanlara bakılırsa ABD Irak Büyükelçisi Ryan Crocker’la konuşan Talabani,  “Barzani’yi PKK’ya yönelik saldırıları ve ABD’yi eleştirilen açıklamalar yapmaması konusunda uyardım. O da ikna oldu. Erbil’de bir araya geldik ve PKK’ya karşı daha sert olunması konusunda uzlaştık. Barzani, görüşme sonrasında PKK’ya bir elçi gönderdi. Mesajda ‘bütün saldırıları durdurup Kuzey Irak’ı terk edin, yoksa üzerinize peşmerge güçlerini göndereceğim’dedi. PKK lider kadrosu bu mesajın ardından Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazdı. Bu mektup bizim aracılığımız ile MİT Müsteşarı Emre Taner’e iletildi. Ardından Taner, PKK lideriyle bir görüşme yapmak istediğini bize bildirdi. Biz de PKK’nın Avrupa’daki liderlerinin iletişim bilgilerini kendilerine aktardık. Brüksel’de PKK lideri ile Emre Taner arasında gizli bir görüşme gerçekleşti. İki taraf da görüşmenin olumlu geçtiğini bize bildirdiler. Türk hükümeti içerisinde görüşmenin gerçekleşmesine karşı çıkanlar vardı ancak bu konuda da Washington’u Türk hükümetini teşvik etmesi için devreye soktuk” demişti.
 

“DERİN DEVLET” ARANIYOR
Washington için hükümeti teşvikte sorun yoktu da, ya hükümet dışı güçler nasıl ikna edilecekti?
ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson İlker Başbuğ-Osman Paksüt görüşmesinin ortaya çıkmasının ardından 25 Haziran 2008’deki mesajıyla kuyuya taşı attı:
 “Bir Anayasa Mahkemesi hâkimi ile yakında Genelkurmay Başkanı olacak kişi arasındaki görüşme, derin devletin sadece bir efsane olmadığının işaretini verdi.” 
Wilson bir gün sonra, 26 Haziran’da işi  “psikolojik harp”  iddiasına vardırdı:
 “2007 yılının Nisan ayındaki e-muhtıranın beklenmeyen sonuçlarıyla hizaya çekilen Türk ordusu, bir yıldan fazladır kamuoyuna açıklama yapmaktan kaçınıyordu. Ancak medyaya yansıyan bir dizi haber, yüksek rütbeli subayların perde arkasında bazı önemli kurumları ve kamuoyunu yönlendirme amaçlı faaliyetleri devam ettirdiğini ortaya koyuyor.” 
Wilson, Türk ordusunun diğer resmi kurumlarla “gizli-kapaklı ve muhtemelen komplocu ilişkiler içinde” olduğunun düşünülmesini istiyordu.
 

“GÖZALTILARLA KARŞILIK VERECEĞİZ” 
Ve Türkiye’yi nelerin beklediğini, yine Amerikalılar bu ülkede yaşayanlardan önce öğrendi:
ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Carl Siebentritt’in ABD Büyükelçiliği Federal Soruşturma Bürosunu ziyaret eden Türk polis yöneticisinden dinlediklerini Washington’a ilettiği gün (1 Temmuz 2008) aralarında Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Mustafa Balbay, Atilla Uğur’un da bulunduğu 21 kişi gözaltına alındı. O iletide  “Başbuğ-Paksüt görüşmesine gözaltılarla karşılık verileceğinin” bilgisi vardı. 
 

TÜRK POLİSİNDEN   ABD’YE BRİFİNG
Türk polisi, Amerikan devletini bilgilendirmeye devam etti. ABD Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Daniel O’Grady’nin bildirdiğine göre, Büyükelçilikte “Ergenekon birifingi”  veren Türk Emniyet yetkilisi “Başka hiçbir ülkeye bu kadar ayrıntılı bir brifing vermedik”  demiş ve “Ergenekon” u “Aşırı milliyetçi çevrelerden taraftar bulabilmek için Batı karşıtı ve ABD karşıtı propagandaya güvenen mafyayı; İBDA-C, Hizbu’ttahrir, DHKP-C gibi örgütleri kontrol eden, gelişkin bir ekonomisi ve örgütlenmesi olan devasa bir şebeke” olarak nitelendirmişti!
 

BAŞBUĞ’UN RAPORU  YETMEDİ
Gidişat vahimdi. 
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 209 yılı Haziran ayında Abdullah Gül’e giderek “önüne gelenin ihbarda bulunması halinde, askeri karargâhların gizliliğini yitireceği ve iş göremez hale geleceği” endişelerini içeren bir rapor iletti.
Etkisi mi?
17-21 Temmuz 2009’da “Amirallere suikast davası” ev aramaları... 25 Eylül 2009’da Hâkim Albay Zeki Üçok’un “çıkar amaçlı suç örgütü üyesi olmak” tan tutuklanması...  21 Kasım 2009’da emekli Deniz Albay A. Belgütay Varımlı’nın intiharı... 5 Aralık 2009’da ilk kez üç kuvvet komutanının ifade vermesi... 19 Aralık 2009’da Deniz Kurmay Yarbay Ali Tatar’ın intiharı... 21 Aralık 2009’da Bülent Arınç’a suikast iddiası... 27 Aralık 2009’da Özel Kuvvetler Komutanlığı Kozmik Bürosuna girilmesi ve 27 saat süren aramada  “devletin mahremi” nin didik didik edilmesi...
 

MEYDAN  OKUDULAR
Türk Silahlı Kuvvetleri  “sınır ötesi operasyon yapmanın” bedelini demir parmaklıkların ardına atılarak öderken, 40 binden  fazla insanı katleden, devletin bölünmez bütünlüğüne kast eden terör örgütü üyeleri ellerini kollarını sallaya sallaya geldikleri Türkiye’de davul-zurnayla karşılandı.
ABD Büyükelçisinden al haberi; 
James Jeffrey, Habur’dan 6 ay önce ülkesine yolladığı kritoda “Eğer Türk hükümeti, on yıllardır süren bu isyanı bir çözüme kavuşturmak istiyorsa, 3 bin 500 PKK militanının silah bırakmasına imkan sağlaması ve bunların en azından bir kısmının topluma yeniden karışmalarına izin vermesi gerekli. Türkiye’nin güney doğusundaki Kürtler için af çatışmayı sona erdirmenin olmazsa olmazıdır ve Türk kurulu düzeninde pek çok kişi de bunu kaçınılmaz bir kötülük gibi görmektedir” demişti.
İktidar ile Öcalan arasındaki pazarlık sonucu, 19 Ekim 2009’da “Barış Grubu”  adıyla ve “PKK üniformaları(!)” yla Habur’dan Türkiye’ye giriş yapan 34 terörist; ayaklarına götürülen mahkemede  “pişman olmadıklarını” bildirmelerine rağmen serbest bırakıldı.  (Aynı kişiler iki yıl sonra, Oslo ifşaatıyla oluşan toplumsal tepkiyi törpülemek için 10 yıl hapse mahkum edildiler; madem suçlulardı o gün neden tutuklanmamışlardı; Türkiye böylece “konjonktürel hukuk” la da tanışmış oldu.) Çiçek, konfeti yağmuru altına DTP’li milletvekilleri ile il il gezen PKK’lılar “gövde gösterisi”, “şov” yaptı; Türkiye’nin dehşetle izlediği görüntülerin tanımı tam manasıyla “meydan okuma” ydı.
O gününün toplumsal hafızaya kazınan özeti şuydu:
- Pişman mısın?
- Örgüte katılmaktan ve faaliyetlerinden dolayı pişman değilim.
- Pişman mısın?
- Pişmanlık Yasası’ndan faydalanmak için gelmedim, ben gerillayım, önderimiz Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla geldim.
 

ÇADIR MAHKEMESİ DEĞİL VİCDAN MUHASEBESİYMİŞ
Ertesi gün, 20 Ekim 2009’da, TBMM’de bunlardan da ibretlik bir fotoğraf vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Habur’da terör örgütünün devlete meydan okumasını ve devletin de buna göz yumması hatta yol vermesini “anlamlı, olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğünü” söyledi.
Medyadaki haberlere göre Habur’daki skandalı “Açılım Koordinatörü” İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile DTP Genel Başkanı Ahmet Türk organize etmişti. Ancak Cengiz Çandar perde arkasındaki ismin MİT Müsteşarı Emre Taner olduğunu ve Habur’un devamında Öcalan’ın tutukluluk şartlarında iyileştirme, dağdakilerin Türkiye’ye entegrasyonu ve Kuzey Irak’ta kalacak “örgütün lider kadrosu” nu da 5 yıl sonunda dönüp Öcalan’la siyaset yapmaya teşvik adımlarının atılacağını yazdı.
“Çadır mahkemesi kuruldu” ifadesinden rahatsız olan Habur hâkimlerinden biri, isminin yayınlanmaması şartıyla Akşam gazetesinden Helin Alp’e “PKK’lıları serbest bırakma kararını vicdan muhasebesi yaparak aldığını” söyledi!
 “Huzurumuza gelen insanların kıyafetine bakmayız” diyen hâkime göre “çadır mahkemesi” benzetmesi yanlıştı; ifadeler Habur Gümrük Müdürlüğü binasında alınmıştı. Yine hâkimin açıklamalarına göre  “Öcalan’ın çağrısıyla geldim” ifadesinin bir önemi yoktu; yasada “kimin çağrısı üzerine geldiğine bakılmaz” dı!

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (19)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
“Şerefsİzlİk”  bulmaca
CHP ve MHP Genel Başkanlarının PKK ile pazarlık yapıldığı iddialarına “iftira, şerefsizlik” diyen
Erdoğan’ın, terör örgütüyle müzakereleri sürdürmek üzere “kendisi adına konuşacak özel temsilci” görevlendirdiğinin ortaya çıkması üzerine Türk siyaseti uzun bir süre “Şerefsiz kim?” sorusuna cevap aradı! Yorumsuz aktarıp, resimdeki “şerefsizliği” bulmayı size bırakıyoruz...
 
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 20 Ağustos 2010’da Afyonkarahisar’daki konuşmasında siyasi iktidar ile terör örgütü arasında bir “ pazarlık ” olduğunun konuya kafa yoran herkes tarafından dillendirildiğini ve “AKP’nin PKK’yı terör örgütü olarak görmemeye başlamasının bu pazarlığın sonucu ” olduğu öne sürdü. Aynı gün konuşan MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ifadeleri konuyu daha da netleştirdi:
Kandil’den ses geliyor, 4 defa görüşüldü, 4 günde de anlaşma yapıldı. Kiminle? İmralı ile anlaşma yapıldı. Bunu niye açıklamıyorsun Sayın Başbakan? 
 

Terör örgütüyle görüştüğümüzü 
ispatlamazsanız müfterisiniz

Muhalefete, bir gün sonra 21 Ağustos’ta Kayseri’den cevap veren Tayyip Erdoğan önce çok sert ve iddialı bir çıkış yaptı:
“Bizim dört kez bunlarla bir araya oturduğumuzu söyleme şerefsizliğini yapanlar bu alçakça iftirada bulunanlar, bunun hesabını her yerde vereceklerdir. Bugüne kadar AK Parti iktidarı olarak terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık, oturmayacağız da. Bizim felsefemizde, anlayışımızda böyle bir şey olamaz. Bu iftirayı atanlara söylüyorum, ey Kılıçdaroğlu, ey Bahçeli bizim masaya oturduğumuzu söylüyorsanız, bu iddianızı ispatla siz mükellefsiniz siz... Eğer bu iddianızı ispatlamazsanız müfterisiniz, daha ileri bir ifade kullanmıyorum, çünkü terbiyem buna müsaade etmez.” 
Devlet görüştü ama ben görevlendirdim!
İlk anda kendinden bu kadar emin konuşan Erdoğan, çok değil üç gün sonra Show TV’de Siyaset Meydanı programında bu kez “devlet görüşebilir” diyecekti:
 “Biz siyasi iktidar olarak, siyasi hükümet olarak hiçbir zaman bir terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız... Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar... Mesela, devletin istihbarat kurumu vardır...” 
Nitekim öyle de olmuştu; terör örgütüyle temas Milli İstihbarat Teşkilatı üzerinden kurulmuştu. Ancak tek farkla:
 Erdoğan bu “pazarlığın” iddia ettiği kadar dışında değildi. Kısa süre sonra, memurunu “yedirtmeme” çırpınışları sırasında Hakan Fidan’ı “bizzat görevlendirdiğini” söyleyecekti. Fidan’ın “olay siyasi boyuta taşındığı için kendisinin görevlendirildiğini” söylemesi de görüşmelerin muhatabının “devlet” değil “siyaset” kurumu yani “iktidar” olduğunu işaret ediyordu. Keza, dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş de “vakti geldiğinde siyasi iradeye daha yakın kişilerin” de görüşmelere dahil olabileceğini söylüyordu.
 

Sır gibi saklanan koordinatör ülke
2009 yılı sonunda, “Başbakan’ın özel temsilcisi” Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, PKK’lı Mustafa Karasu, Sabri Ok ve Zübeyir Aydar arasındaki görüşmeye nezaret eden “koordinatör ülke” hemen her şeyin deşifre olduğu, ortalığa saçıldığı günlerde dahi  “devlet sırrı” gibi saklandı.
CHP Kırklareli Milletvekili Mehmet S. Kesimoğlu’nun 13 Şubat 2012’de Başbakan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesi de “koordinatör ülke ya da ülkeler” üzerindeki örtüyü kaldırmaya yetmedi. 
Medyada iddialar çeşitliydi; görüşmeleri ABD ya da Norveç’in organize ettiğini söyleyenlere ek olarak, “akil”  Yıldıray Oğur temasların daha önce İsrail-Filistin görüşmelerini de yürüten İsviçreli bir vakıf aracılığıyla yapıldığını, Avni Özgürel ise koordinatör ülkenin İngiltere olduğunu savundu.
 

Erdoğan’ı yakacak sızdırma
“Görüşmelerin içyüzü Erdoğan’ı yakacak”  başlığıyla önce Dicle Haber Ajansı, ardından da Fırat Haber Ajansı tarafından yayına konan ses kaydı (sonradan her iki siteden de kaldırıldı) AKP iktidarı döneminde PKK ile daha önce de görüşüldüğünü ve bunun Oslo’da yapılacak beşinci görüşmenin hazırlığı olduğu, yani Bahçeli’nin iddia ettiği gibi geçmişte 4 görüşmenin daha yapıldığını ortaya çıkardı.
Hakan Fidan’a göre 2003 yılında, görüşmelerde aktif rol olan Hasan Cemal’e göre 2004’te, Aysel Tuğluk’a göre ise 2006’da başlayan “görüşmeler”in sonuncusu Habur rezaleti ve Reşadiye saldırısından sonra yapılmıştı. 13 Eylül 2011 günü internete düşen ses kaydında Başbakan’ın özel temsilcisi, MİT ve PKK arasındaki  “muhabbet” çarpıcıydı!
Hayli uzun olan görüşme içeriğinin her satırını yayınlamaya kalksak günler sürer ama bugün ve yarın birçok maskeyi düşüren “pazarlığın” geniş özetini okuyacaksınız bu sayfada.
 

Aman CHP ve MHP duymasın
 “Arabulucu”, “koordinatör ülke temsilcisi” bu görüşmenin kendi girişimleri olduğunu belirterek “pazarlığı” şöyle başlatıyor:
“Abdullah Öcalan tarafından üretilen kendi fikirleri parlamentoda yasa çıkarılacağı zaman dikkate alınacaktır. Biz iki şeyden bahsediyoruz bir kamuoyuna yapılan açıklamalar bir de perde arkasındaki gidişat. Bunu kendilerine söyledik, hem MİT hem de devlet için oldukça riskli. Hali hazırda PKK ile müzakereye oturmuş olmaları bugün kamuoyuna yansırsa CHP ve MHP ne der acaba. Devlet temsilcisi olarak MİT’in elemanlarının burada hem de dağ kadrosu ile Oslo’da müzakereye oturmuş oldukları duyulsa ne olurdu. CHP ve MHP ne derdi? Yine aynı şekilde PKK ile Öcalan arasındaki mesajları getirip götürdükleri yayınlansa ne kadar kötü olurdu bu. Yani prosedürel birçok zorluklar aşılmış. Yani bu süreç devletle PKK arasında müzakereyle sonuçlanmayacaksa eğer bu kadar zorluğa ne gerek var?”  
 

MİT’ten PKK’ya: Ne vaat 
ettikse yaptık

MİT’in Kandil ile görüşmek dışında Öcalan için “kuryelik” de yaptığının anlaşıldığı bu sözlerle başlayan “pazarlığın” yorumsuz geniş özetinin ilk bölümüne geçelim:
 “Afet Güneş: Öncelikle tekrar bizi bir araya getirmede katkılarından dolayı teşekkür ediyoruz. Bu çalışmaya başlarken çok uzun soluklu bir çalışma olacağının bilincinde başladık her iki taraf olarak. Yine her zaman aynı şeyi söyledik, zaman zaman kesintiler olabilir kimi zaman inişler ve çıkışlar yaşanacaktır dedik. Önemli olan amaçta değişiklik olmamasıydı. (...) Muhataplarımızın tabii zaman zaman beklentilerini de alıyoruz. Bizi daha farklı bir profilde görmek istediklerini söylüyorlar. Birçok konuda zaten açık konuştuk yine açık söyleyeceğim; kimi zaman bu bizi rencide etti yani neden bu güvensizlik diye. Ancak zamanı geldiğinde siyasi iradeye daha yakın kişilerin bu platformda yer alabileceğini zaten belirtmiştik. Her vesileyle bugüne kadarki temaslarımızda ne vaat ettikse kendi ölçülerimiz dahilinde gerçekleştirdik. Bu gelişme de nihayetinde benzer bir şekilde oldu. Sayın Fidan bizimle birlikte bu toplantıya katıldı. Kendileri Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı onun da ötesinde Başbakan’a en yakın kişilerden biri.
 

Fidan “Sayın Öcalan”ı 
dilinden düşürmüyor

Hakan Fidan: Ben öncelikle merhaba diyorum tanıştığımıza memnun oldum. Bu ekibin yeni üyesiyim. Afet Hanımın da dediği gibi yaklaşık bir ay önce İmralı da Sayın Öcalan’la bir araya geldik. Zaten ismimi söylemiştim. İsmim Hakan Fidan. Müsteşar Yardımcısıyım ama Sayın Başbakanımızın özel temsilcisiyim. (...) Arkadaşlarımızın uzun zamandır sizinle beraber devam ettirdikleri çalışmalar gerçekten her türlü takdirin ötesindedir. Ama bir noktadan sonra verilen raporlar çerçevesinde olayın teknik görünen bir çalışmadan öte daha siyasi içerikli, daha farklı bir boyuta taşınması ihtiyacı hasıl olunca, Sayın Başbakanımız bu konuda beni görevlendirdi. (...) Orada Sayın Öcalan’la iki saatten fazla bir görüşmemiz oldu odasında. Üç kişiyiz, bayağı uzun ve verimli bir görüşme oldu. Kendisinin sağlık durumu oldukça iyi. Zihni fevkaladeden iyi çalışıyor. Artikülsyonları oldukça sağlıklı. Konuları karşılıklı tartıştık. Tabii verdiği cevapları sürekli siyasi tahlilden geçirerek olaylara yaklaştığı için biz de siyasetin ve şu anda hizmet etmekte olduğumuz siyasetçinin ne düşünmekte olduğunu elimizden geldiğince aktarmaya çalıştık. Ben burada en büyük görevin de açıkçası bu olduğuna inanıyorum. Yani şu anda iktidarda bulunan seçilmiş siyasetçinin psikolojisi nedir, perspektifi nedir, olaylara nasıl yaklaşıyor, ben bunu aktarmaya çalışacağım. Sizden aldığım perspektifi de tabii oraya yansıtacağım ama bu arada belli konularda da belli mutabakatlara varma belli konularda tartışma görevini de cevap verme görevini de elimizden geldiği kadar üstleneceğiz. Ama tekrar ediyorum ki ben burada ne dersem diyeyim belki çok fazla reklamlara gidebilir diye düşünüyorum ama hükümetin çok ciddi niyeti var. 
(...)
Sabri Ok: Sağ olun teşekkürler. Daha iyi öğrenmek daha iyi anlamak için bir kaç soru sormak istiyoruz. Siz gittiniz Önderlik’le görüştünüz. (...)Tartışmanızın ve görüşmenizin özetini bizimle paylaşmaya değer gördüğünüz hususları varsa dinlemek isteriz.
 

İmralı’daki cani ile birleşmişler
Hakan Fidan: (...) Hapishanede geçen on senenin ve okumanın verdiği çok ciddi bir transforme edici gücü var. (...) Ve tabi yıllar boyu belli olayları yaşamış, belli noktalara gelmiş, belli dersleri çıkarmış. Şimdi bulunduğu yerden çok daha sağlıklı, çok daha objektif, çok daha nesnel var olan sıcak şartlardan etkilenmeyen çözümlemelere ulaşıyor. Bunu sürekli satır aralarında felsefi olarak görmek beni memnun etti. (...) Yüzde doksan, doksan beş gelen bütün konularda birleşen bir genel çizgiye gelindi. (...) Fakat ona şunu söyledik biz; Türkiye’deki siyasi rejimi ve şartları dikkate aldığımız zaman şu an hiç kimsenin, özellikle Sayın Başbakanın çıkıp böyle bir şeyi ifade etme şansı yok. Ama şunu herkes bilir, burada olumlu bir şey varsa, sizin katkınız olmadan olumlu hale gelmeyeceğini biz hepimiz biliyoruz. (...) İmralı’daki çözüm iradesini olaya iyi niyetle yaklaşımı Sayın Öcalan’ın yıllar içerisindeki oluşturduğu düşünsel evrimi, ulaştığı sonuçları, ulaştığı sonuçların bölgeye yönelik vizyonunun, ülkeye yönelik vizyonunun yüzde doksan, doksan beş oranında kendi çizdiği vizyonla nasıl örtüştüğünü de anlattım.(...)  
 

Davalar kamuoyunun 
gözünü boyamak içinmiş

Mustafa Karasu: (...)Türkiye’de bazı şeyler yapılacak, Kürt sorununda adım atılacak deniyor, bunlar hep söyleniyor. Sonunda dördüncü Oslo’da daha somut bir karara gidilerek önderlik yol haritası verecekti ve bunun üzerinde neler yapılacağı konusunda müzakere edilecekti...
Afet Güneş: Tamam ben de diyorum ki önderliğin yol haritası elimde. Maddeleri de belli. Haydi buyurun müzakere edelim.
Mustafa Karasu: Ben şuna inanıyorum devlet istesin, şu anda bizi uçağınıza alıp götürebilirsiniz isteseniz.
Afet Güneş: Kesinlikle. Ben diyorum gelin götüreyim.
(...)
Mustafa Karasu: Demek ki o zaman önderlikle görüşme sorunu da yok.
Sabri Ok: Benim hakkımda iddianame hazırlandığı söyleniyor. Bir tarafta kapatılırken bir tarafta açılıyor.
Afet Güneş: Hep söyleniyor yani. Bir dosyanın tamamlanması adına yapılan operasyonlar.
(...)
Mustafa Karasu: (...) Türkiye toplumunun önder Apo’yu muhatap olarak benimsemesi Türkiye’nin çıkarınadır. (...) Bunu siz de kabul ediyorsunuz diyorsunuz ki en makul Önderlik’tir onunla anlaşabiliyoruz, o doğru yaklaşıyor.
Afet Güneş: Çünkü değiştim diyor. (...) Devlet de şu an karşı taraftaki talepleri (...) Ben bunların içerisinden hangilerini yapabilirim ne kadar zamanda yapabilirim hangi koşullarda yapabilirim o da bunu tartışıyor kendi kendine zaten.” 
 
YARIN: FEDERASYONUN TEMELLERİ

 

Hançerdeki parmak izleri (20)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
“Başbakan’ın özel temsilcisi”nden PKK’lı teröristlere:
VERDİK GİTTİ!
Oslo pazarlığının içeriği gösteriyor ki, bugüne kadar “demokratikleşme paketi” diye yutturulmaya çalışılan “taviz”lerin hepsi PKK’lılara verilen sözlerin yerine getirilmesiydi. Ana dilde eğitimden, seçim barajının düşürülmesi ve Kürt kimliğinin tanınmasına kadar birçok talebe terör örgütüyle oturulan müzakere masasında “olur” verildi. Fazla söze gerek yok: Hakan Fidan’ın, Güneydoğulu dört kişiye, örgüt mensubu sempatizanı olduklarını bile bile yayın hakkı tahsisini anlatırken kullandığı “verdik gitti” ifadesi her şeyin özeti...
 
Dikkatli gözler için, “Başbakan’ın özel temsilcisi” Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, PKK’lı Mustafa Karasu, Sabri Ok, Zübeyir Aydar arasında “meçhul koordinatör ülke” nezaretinde yürütülen pazarlığın içinde, “Türklüğe saplanan hançerdeki parmak izlerini”nin teşhisini kolaylaştıracak onlarca “delil” var.
 

Ordu, bakın ne için 
“operasyon yapamaz” 
hale getirilmiş

“Oslo pazarlığı” sırasında Mustafa Karasu, Afet Güneş’e öyle bir şey söylüyor ki, bugüne kadar çok üzerinde durulmadı ama  “Silivri yolu”nun neden döşendiğinin  “gizli kanıtı” gibi ifadeleri:
 “Bize şunu söylediniz; dediniz ki devlet de Genelkurmay da aynı görüşte, hükümet de... Biz buraya üçüncü Oslo’da bütün devlet makamlarının düşüncesi olarak geldik. Yani devlet bu konuda bir konsensüse girdi dediniz; önceden yoktu ama şimdi bu oldu dediniz.” 
Dikkat edin 2009 yılı sonunda yapılıyor bu görüşme. Ümraniye, Balyoz, Kafes, Poyrazköy, Islak İmza süreçlerinin hepsi başlamış... 
TSK komuta kademesi “el değiştirmeye” başlamış...
Ve diyorlar ki “Bu pazarlık konusunda daha önce devletin kurumları arasında anlaşma-uzlaşma yoktu ama şimdi var” !
Afet Güneş’in şu karşılığıyla birlikte değerlendirildiğinde taşlar yerli yerine oturmuyor mu:
 “Ordunun şu an yaptığı planlı bir operasyonu yoktur...” 
Çünkü ordu “operasyon yapamaz” hale getirilmiştir!
***
Güneş’in  “devletin, toplumun hazırlanmasında MİT’in PKK’lılarla birlikte yürüttüğü çalışmalar” dan bahsettiği yerden devam edelim  “pazarlığın” yorumsuz özetini iletmeye:
Afet Güneş: (...) Bu süreç önemli bir süreç. (...) Kendi kendine falan olmadı bu birlikte yürüttüğümüz çalışmaların sonucudur. Gerek devletin hazırlanmasında gerek toplumun hazırlanmasında gerek örgütün hazırlanmasında şu masada yürüttüğümüz çalışmaların çok büyük katkısı olmuştur. Beğenseniz de beğenmeseniz de yeterli bulsanız da bulmasanız da bir yıl içerisinde yürüttüğümüz çalışmalar bugün bu meseleyi Türk kamuoyunda ve Türk parlamentosunda tartışılabilir bir hale getirmiştir. (...)
Sabri Ok: (...) Devlet de arayıp hangi ilde hangi dağda birileri var ben de imha ederim demesin çünkü biz çözüm sürecindeyiz.
Afet Güneş: Peki ne kadar süre bekletmeyi düşünüyorsunuz dağlarda.
Sabri Ok: Biz istiyoruz ki en kısa sürede bu sorun çözülsün böyle altı yılda yedi yılda değil.
Afet Güneş: Yani bu, neresinden bakarsak bakalım çünkü çözümün parametreleri içinde işte basit bir takım taleplerden Anayasa değişikliğinden Öcalan’ın serbest bırakılmasına kadar çok geniş bir skala var. Talepleri şöyle bir göz önüne getirdiğimiz zaman çok geniş bir skala var. Bunların üç ayda beş ayda sekiz ayda bir senede tamamlanabilmesi söz konusu değil. (...)
 

Öcalan’a kuryelik itirafı
Afet Güneş: ...içeri giriyoruz konuşmuyoruz biz sana bilmem ne getirdik falan demiyoruz al şunu içinden oku diyoruz. (...) Açıkçası adam bir başlıyor zaten o da böyle sindire sindire okuma derdinde oturuyor bir buçuk saat okuyor. (...) O okuyor biz oturuyoruz. Artık bir buçuk saatin sonunda zaten üstünde çok da tartışma yapmak istemiyoruz. Şimdi sen çevir arkasını diyoruz ne diyeceksen de diyoruz. Onun da yazması maşallah bir yarım saat kırk beş dakika sürüyor. (...) Devlet size çok büyük bir fırsat yaratmış durumda. Sizin karşılıklı olarak birbirinizle iletişim sağlamanızı dolaylı dahi olsa fikirlerinizi birbirinize yansıtmanızı yazışmanızı çizişmenizi onlar üzerinden karşılıklı görüş teatilerinde bulunmanızı sağlıyor (...)
Habur’da hukuk 
ihlal edildi 
Afet Güneş: Habur bizim iki buçuk senedir neredeyse yürüyen tüm ilişkilerimizin Ankara’dan başlayarak söylüyorum, özelde kırılma noktasını oluşturdu. Gelenler yeteri kadar eğitim almamışlardı ve ne amaçla geldiklerinin bile farkında değillerdi. Adeta bir siyasi gösteriye dönüştürüldü. Burada sizin de çok iyi bildiğiniz gibi hukuk ihlal edildi. Her şey yok edildi. Amaç size verilen bir takım sözlerin tutulmasıydı. (...)
 

Muhalefeti PKK’ya 
şikayet ediyorlar

Hakan Fidan: (...) sürekli negatif şeyler gelmeye başladı. Yani buradan dolayı efendim oy kaybediyoruz Batı’da görüştüğümüz geniş kitleler bizden şey yapıyor. Tabii muhalefetin özellikle Habur’dan sonra ortaya koyduğu ajitasyonun etkisi şu anda giderek büyüyor. İçişleri Bakanı hakkında gensoru verildi biliyorsunuz. O bu işe aylarını, yıllarını verdi. Afet Hanım’la beraber ciddi bir moral bozukluğu yarattı. Çünkü oraya herkes bir milat olarak bakıyordu. Ondan sonra bu sorun da hükümetin daha cesur adımlar atmasına ilişkin meşru bir hak zemini de hazırlanacaktı psikoloji de hazırlanacaktı. (...) Ben bunu anlattım Sayın Öcalan’a dedim ki Başbakan bunu sürekli anlatıyor. Ama dedim biz bir şey gördük o da şu, bu hükümetin yaptığı çok reformlar var, yani Kürt kimliğini tanımadan verdiği sosyal haklara kadar (...)
 

Alanda teröriste düşman 
vali ve emniyet müdürü yokmuş!

Hakan Fidan: Hem sizden hem Sayın Öcalan’dan yani bizim perspektifimiz bu sürecin kesintisiz devam ettirilmesi. (...) Ama bütün bu süreç içerisinde dediğim gibi siyasi iktidarı bu noktada attığı adımlardan dolayı sıkıntıya düşürücü bir unsurun olmaması lazım.(...) Diğer konularda bu gözaltına almalar şunlar bunlar ben bunları, gittiğim zaman İçişleri Bakanı ile uzun uzun konuşacağım. (...) İçişleri Bakanı da sosyal psikologdur. Bu noktada iyi çözümlemeleri var. Anlıyor. Ama aynı zamanda siyasetin gereklerini de iyi bilen ona göre bazen farklı demeçler verebilen bir insan. (...) 
Alandaki valiler, emniyet müdürleri bu noktada gerçekten çok değerli insanlar. Yani şu anda sizi bilmiyorum, spesifik olarak isim vererek şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır, bu adam şeydir. Geçenlerde bir olay oldu Başbakanlık’ta. Bir komisyon var bu televizyonlara ruhsat veren. (...) Bir il Güneydoğuda, oradan dört tane isim var. Dört ismin dördüne de örgüt mensubudur, sempatizanıdır diye görüş var. Haklarında valiyi aradık dedik ki eskiden benle beraber çalışıyordu. Dedim hayırdır ya dedim ben sana bir şey soracağım şimdi nedir böyle böyle bir talep var. Dedi efendim zaten olmayan yok ki dedi verin gitsin dedi. Şimdi tamam dedik öyle verdik gitti. (...) Adamın adı işte, bilinen örgüt sempatizanıdır, destekçisidir şudur budur, bir noktaya kadar bunların hepsi yönetilir, tolere edilebiliyor. (...)Her sene on bin tane öğretmen alınır, adamı alıyorsun Güneydoğu’da öğretmen açığı var. (...) İktidar beş sene önce dedi ki biz dedi yerel yönetimler yasasını geçiriyoruz, belli şeylerin mahalli teşkilatlarını kaldırıyoruz. Milli eğitim, şunlar bunlar bakanlıklarını kaldırıyoruz, valiliklere ve belediyelere veriyoruz. İlk önce valiliklere, uzun vadede belediyelere gidecek. Aslolan şudur, yani şimdi Hakkari’de yol yapılacak Ankara’dan devlet planlama teşkilatından görüşülüp şeye çıkıyor, işte Çemişgezek’te ne olacak şurada ne olacak. Bu adamı şimdi öğretmen alacaksınız, oradaki valiliğe kontenjan verilecekti. Valilik bu öğretmeni alacak adam oraya gidecek kardeşim bilinçli olarak geliyor ben burada öğretmenlik yapacağım. (...)
 

Kim dost kim düşman belli değil Siyasi   
mücadeleyle hedeflerinize ulaşırsınız

Hakan Fidan: (...) Ben demokratik mücadele içerisine girip de dünyada sonucuna ulaşamamış hiçbir hareket görmedim. Bakın dünya siyasi tarihine devrimler tarihine Gandi’den tutunda Polonya’daki işçi hareketine efendime söyleyeyim Güney Amerika’daki hareketlere varana kadar bakın demokratik siyasi mücadele verip de meşru kabul edilebilir evrensel hedeflerine ulaşamamış hiç bir hareket görmedim. (...)
Sabri Ok: Biz de kendi ana dilimizde eğitim istiyoruz yani talepler anlamında. (...) Tamam biz bu adımları atacağız ama mesela yüzde yedi baraj düşürülür mü(...) Örneğin biz diyebiliriz ki bu kadar tutuklu var biz adım atalım doğru ama adım atarken insanlar belediye başkanı il başkanı da dahil herkes içerde...
(...)
Hakan Fidan: (...)  Benim bizzat burada oluşum size sistematik bir müzakereyi ve bir araya gelişi teklif edişim sonra sayın Öcalan’ın sizle iletişim kurmasına bizim kısıtlı şartlarda da olsa izin vermemiz sizden mesaj götürmemiz sonra çeşitli iletişim kanalları bulmaya çalışmamız bu hafta İçişleri Bakanı da parti yetkilileri ile görüşecek bütün bunların hepsi kamuoyunda bizleri zor duruma düşürmeyecek bir modelite icat edip problemi karşılıklı çözme yönünde atılan adımlardır. (...)
 

İmralı’daki “cani” değil
“yetenekli adam”!

Hakan Fidan: Yok olmazsa olmaz şimdi dedim ya bizim toplum bir tane yetenekli adam buldu mu kendisi çünkü tembel çalışmak istemiyor ki o yetenekli adamın sırtına yüklen git.
Sabri Ok: Hepsi onun sırtına. Devlet de yüklüyor bizde yüklüyoruz. (...)
 

Patlayıcıları boşver 
sürecin canı sağ olsun

Afet Güneş: Biliyoruz metropolleri de doldurdunuz bu arada patlayıcılarla doldurdunuz.
Sabri Ok: Yok canım.
Afet Güneş: Hepsini biliyoruz.
Sabri Ok: Onlar bir tarafa biz bu süreci ilerletelim önemli olan o. (...)
 

Koordinatör’den 
“aferin”i kaptılar

Arabulucu: Güzel evet her iki tarafı da tebrik etmek istiyorum sürecin bu yönünde trafik ışıkları yeşile dönmüş gibi görünüyor ve her iki tarafında bu eylemsizlik sürecine devam edilmesi gerektiğini düşünmesi bizleri mutlu etti..
Afet Güneş: Artık kendilerini Ankara’da görmek isteriz çünkü en azından mektubu getirecek.
Arabulucu: Teşekkür ederim bizi mutlu ettiniz. Dağa da gitmemiz gerekecek teşekkürler.
 
YARIN: KİM NASIL YORUMLADI?

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (21)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
“TSK yetkisizleşirse Kuzey Irak benzeri bir yönetim biçimi oluşur” 
“Oslo pazarlığı”nın “devlet” kanadını temsil eden dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş,
görüşmelerin ifşa olmasının ardından yaptığı açıklamada hükümet ile ordunun olaylara bakışının ters olduğunu söyledi. Güneş’e göre PKK’yla görüşmeleri sürdürmek “bölgesel özerkliğe doğru koşar adım gitmek” demekti
 
PKK ile yapılan  “Oslo pazarlığı”nın ardından  “nasıl oluyor da olabiliyor”  sorusunun cevabı yine BDP’den geldi.
Bölücüleri sevindiren, Türk Milleti’ni ise felakete sürükleyen  “açılım”ın  “uygulanabilir” hale gelebilmesi temelde “topluma hazmettirilebilmesi”yle, medya aracılığıyla oluşturulan ve-en azından PKK’yla ilgili olarak-  “terör, “terörist”, “katil”, “cani”, “bölücü” gibi tanımları devre dışı bırakan ve  “barış”, “normalleşme”, “şehit gelmiyor”  gibi ifadelerle suni/gerçekten kopuk bir “algı”  yaratmaya dönük çabalar sonuç vermeye başlamıştı. Ne kadar kızarsak kızalım, BDP’li Selahattin Demirtaş, 14 Eylül 2011 tarihli açıklamasında  “Demek ki kıyamet kopmuyor”  derken haklıydı; 10 yıl önce Öcalan adını dahi duymaya tahammül edemeyen, sokaklarda maketlerini parçalayan insanlar, aynı Öcalan’a, bölünmez bütünlüğümüzün  “verdik gitti” denmesi karşısında suspustu! 40 bin evladını kaybetmiş bir ülke, o evlatları katledenlerle “hakara-makara samimiyetinde”  yapılan “pazarlığı” akıl almaz bir sessizlikle karşılamıştı. 
Demirtaş da bu sessizlik, sindirebilme halinin verdiği cüretle, o gün aynen şöyle dedi:
“Demek ki arzu edilirse, PKK’yla da Öcalan’la da müzakere yürütülebilirmiş. Türkiye toplumu müzakereye hazırdır. Kiminle savaşıyorsan onunla barışacaksın. Teröristle masaya oturmayız afra tafralarının gereği yoktur. Şimdi tam da açık müzakerelere başlama zamanıdır.” 
Ana muhalefete göre 
 “Oslo pazarlığı” yasa dışı dinlemeden  ibaretti!
Gelelim, kamuoyunu o direnci oluşturmaya sevk etmesi beklenen siyasilerin  cephesine...
 BDP’li Demirtaş’la aynı gün konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,  “Demek ki Öcalan’la da PKK’yla da görüşülebilir bakın kıyamet kopmuyor”  sözlerini doğrular gibiydi:
“Ses kaydını dinlemedim. Dinlemek de   istemiyorum. Daha önce de söylemiştim yasadışı dinlemelerin içeriği ile çok fazla ilgilenmeyeceğim...” 
Ana muhalefet partisi liderine göre, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı temsil ettiği iddiasındaki zatla, İmralı’daki cani ve temsilcileri arasında devletin bekasını etkileyecek/belirleyecek olan “pazarlık”, “yasa dışı dinleme”den ibaretti! 
İronik olan;
Bu hassasiyetin sahibinin de bulunduğu makama bir “yasadışı izleme” neticesi  gelmesi,
2. “İlgilenmeyeceğim” dediği “içeriğin”  kamuoyuna bir CHP yöneticisi, Haluk Koç  tarafından açıklanmasıydı.
Kılıçdaroğlu’nun, 24 Eylül 2011’de katıldığı televizyon programında gazetecilerin sorularını yanıtlarken söyledikleri,  “Oslo pazarlığına”  mesafesinin altında yatan nedenin itirafı gibiydi. CHP lideri  “Silahla bu işin çözülemeyeceğini öteden beri söylemiştim”  demiş ve AKP’nin  “siyasi çözüm”  planıyla ilgili olarak  “Böyle bir adım atılırsa, CHP olarak her türlü desteği vermeye hazır”  olduklarını ifade etmişti. Ki zaten, PKK’lıların Fidan’a ilettiği  “ana dilde eğitim, seçim barajı, tahliyeler, Öcalan’a siyaset yolunun açılması...” gibi birçok talebe yasal zemin oluşturan “Demokratikleşme Paketi”ne CHP,  “Hayır”  değil “Yetmez ama evet”  demeyi tercih etti.
Diğer muhalefet lideri, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise 18 Eylül 2011’deki açıklamasında terör örgütüyle yapılan pazarlığı  “Türk tarihinin gördüğü en büyük rezalet” olarak tanımladı:
 “PKK’yla yapılan müzakerelerin iki boyutu olduğunu görmek lazımdır. Bunlardan birincisi, müzakerenin bizatihi varlığı ve terör örgütüyle kurulan yoğun temas ve görüşme trafiğidir. İkinci olarak da konuşmaların muhteviyatı ve beraberindeki utanç verici diyaloglardır.” 
 

Koşar adım “bölgesel özerkliğe” 
O  “utanç verici diyaloglar”ın ne anlama geldiğini, en iyi diyaloğu kuranlardan biri anlatabilirdi. Dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, 18 Eylül 2011’de Aydınlık gazetesinde yayınlanan açıklamasında 
“Bir taraftan en ince ayrıntısına kadar görüşmeler yapacaksınız, diğer taraftan terör örgütü diyerek aşağılayacak, suçlayacaksınız. Bu ikiyüzlülüktür. Bu saatten sonra PKK yok edilemez. Meşru zemine çekilebilir. Bu da çözümün nihai sonucu değil. Hükümet ile TSK’nın olaylara bakış açıları terstir. Dolayısıyla çözüm çok zor görünüyor.
(...)
Görüşmelerden çıkan sonuca göre demokratik özerk bölge ileride telaffuz edilebilir. Bekleyip görelim. Böyle giderse bölgesel özerkliğe doğru koşar adım gidilecek.Kamuoyu bunu tartışmalı... Sayın Başbakan kafasındaki planı açıkça halka anlatmalı. Kabul edilir ya da edilmez ama halk bu planı bilmeli. Sayın Fidan ve Başbakan plana inanıyor ve bu projeyi savunuyor. Görüşmelere katılanların konuştukları şahsi düşünceleri değildir. Herkes aldığı talimata göre konuşuyor...
TSK yetkisizleşirse Kuzey Irak benzeri bir yönetim biçimi oluşur.” diyordu.
Taraf “Balyoz”la vurmaya başladı
Madem ki “demokratik özekliğin” yolu  “TSK’nın yetkisizleştirilmesi”nden geçiyordu, öyleyse Türk ordusu önce etkisizleştirilmeli, itibarsızlaştırılması, millet desteğini kaybetmeli sonra da tereyağından kıl çeker gibi yetkisizleştirilmeliydi. 
Güneş’in TSK engelinden bahsettiği  “Oslo pazarlığı” 2009 yılının son günlerinde yapılmıştı ve bakın 2010’da tam da bu doğrultuda neler yaşandı:
Şimdi AKP milletvekili olan, dönemin Star yazarı Şamil Tayyar, 8 Ocak 2010’da Neşe Düzel ile söyleşisinde  “Ergenekon süreci hızlanırsa, birçok kuvvet komutanının ve emekli generalin de içeri alınabileceğini, buna paralel de orduda bir idari operasyon başlatılabileceğini” söyledi.
Aynı günlerde ortaya çıktı ki, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Belçika’da   “dinlenmişti” !
20 Ocak 2010’da Taraf,  “Balyoz”u vurmaya başladı:
 “Fatih Camii Bombalanacaktı” 
 “Kendi jetimizi düşürecektik” 
 “Balyoz Güvenlik Harekat Planında  29’u general 162 subay var...” 
21 Ocak 2010... Taraf  “200 bin kişiye   tutuklama”  haberini verdi!
22 Ocak 2010... Taraf’ın manşeti bu kez “Balyoz Hükümeti”ydi;   “Camileri bu timler bombalayacaktı” diye hedef göstermeler  başladı.
23 Ocak 2010... Taraf bu kez  “Darbenin sivil kadrosu” nu gündeme taşıdı.
Aynı gün Zaman, “Balyoz Planı”nın 2003’te birebir uygulandığını iddia etti; iddiasının temeli sinagog bombalamalarıydı!
Taraf bir gün ara vermeden sürdürdüğü yayınlarla  “özel yetkili medya savcısı”  kılığında  “iddianame” yazar gibiydi. 24 Ocak 2010’daki  “Balyoz kozmik odada gizlendi”  manşetini, 25 Ocak 2010’da  “Darbenin orduda tasfiye planları” izledi. Ve 30 Ocak 2010’da Özel Yetkili Savcılık Baransu’nun teslim ettiği  “bavul”  üzerinden soruşturmayı açtı! 3 Şubat 2010’da Erdoğan’dan itiraf gibi bir açıklama geldi:
“Neden yedi yıl beklediniz diye soranlara  diyorum ki; Türkiye bu demokratik olgunluğa ancak bugün ulaşmıştır...” 
8 Şubat 2010’da Deniz Kurmay   Albay Berk Erden intihar etti.
10 Şubat 2010’da Başbuğ  “Böyle rezillik olur mu; yeter artık” diyordu ama 22 Şubat 2010’da TSK ilk kez  “toplu gözaltı”nın hedefi oldu; 20’si muvazzaf toplam 49 general ve subay!..
 

Dış dinamikleri unutmayın
“Büyük resme bakın” uyarısı 23 Şubat 2010’da manidar bir isimden, AKP’den ayrılan Abdüllatif Şener’den işitildi:
“Dış dinamikleri dikkate almadan, tezkereyi dikkate almadan, Balyoz operasyonuyla ilgili bir yorum yapılamayacağını düşünüyorum...” 
“Mücadele” devletin bütün birimlerine yayılmıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin 27 Şubat 2010’da Emniyet Genel Müdürlüğü ve Merkez Komutanlığı’na yolladığı yazıda “Ben ve yardımcılarım onaylamadığı sürece savcıların talimatını yerine getirmeyin”  dedi.
Cengiz’in tepkisi bununla sınırlı kalmadı. 3-5 Nisan 2010’da 97 kişilik yakalama kararı çıkarılmasının ardından  “Gözaltına alınması istenen subayların yüzde 78’i muvazzaf, bunların yüzde 25’i amiral ve general rütbesinde, 15-20 kişi de emekliye ayrılmış subay, toplam 95 kişi. Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekir...”  uyarısında bulundu.
6 Nisan 2010’da da, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının imzası ve haberinin   olmaması dolayısıyla 97 kişinin gözaltına  alınması operasyonuna engel olundu, iki  savcı görevden alındı.
Ses kayıtları kullanılarak hakkında başlatılan kara propagandadan sonra başka bir göreve tayin edilen Engin, 2012 yılında emekliye ayrıldı!
Yargının bağımsız kanadı ne kadar çırpınırsa çırpınsın, ABD  “son sözü” peşinen söylemişti:
 “Ordu yenildi”  (Newsweek) 
 

Genelkurmay’a suçlama
23 Temmuz 2010’da bu kez 102 kişi hakkında yakalama kararı verildi. 
30 Temmuz 2010’da Genelkurmay, tarihe geçen bir suçlamayla karşıya karşıya kaldı:
Terör örgütüne yardım ve yataklık!
Gerekçe, hakkında yakalama kararı   çıkarılan subayların askeri tesislerde  toplanmasıydı! 
Ve 16 Aralık 2010’da, “Oslo pazarlığı” ndan tam bir yıl sonra  “yetkisizleştirilmesi”  istenen Türk ordusunun komuta kademesi Silivri’deki spor salonundan bozma  “özel yetkili” mahkemede hakim önündeydi!
 

“Fidan’ı harcatmam”
TSK’dan bir terör örgütü yaratmaya çabalayan özel yetkili hukuk tam gaz ilerlerken,  “PKK ile pazarlık”  yapanlar en üst düzeyde takdir görüyor ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 18 Eylül 2011’de “istihbarat teşkilatının görevini yaptığını” söylüyordu.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e göre de  “Türkiye cumhuriyeti kurumları ne yapması  gerekiyorsa onu yapıyorlar” dı!
Başbakan Tayyip Erdoğan o unutulmayan açıklamasını yaptı:
“Hatası da olsa Hakan Bey’i böyle nedenlerle harcamayız. Biz kolay kolay adam yemeyiz...” 
Sözleri, yüzlerce subayın bir kalemde “harcandığı”  günlerde trajikomikti!
Komiğin komiği var, Bülent Arınç’ın   19 Eylül 2011’de Hakan Fidan’la ilgili ifadeleri ise alenen milletin zekasıyla dalga geçer  gibiydi:
“Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı sıfatıyla bu toplantıya katılıyor olması onun Başbakanlıkla ilgili olduğunu göstermez.”  
İktidar ile PKK’lılar neredeyse can ciğer kuzu sarması haline gelmişti ama terör örgütü  “can almaktan” vazgeçmemişti. Hemen her gün yeni şehitler veriyorduk. Siirt’te 6 ana kuzusunun şehit olduğu saldırının ardından Erdoğan 25 Eylül 2011’de  “tarihe geçen” açıklamalarına yenisini ekledi:
“Terör örgütü kendi görevini yapıyor; biz de kendi görevimizi yapacağız!” 
Görevinin ne olduğunu öğrenmek için çok beklememiz gerekmedi; 26 Eylül 2011’de ilan etti:
“Terörle mücadele ederiz, siyasi iradeyle müzakere ederiz.” 
Bu beyanatın perde arkası, BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Radikal’den Ezgi Başaran’la yaptığı söyleşide ortaya çıkacaktı.  “Ateşkes, PKK’nın silahsızlandırılması ve yeni anayasa sürecini kapsayan, PKK’nın da olurunun alındığı, ikişer sayfalık üç ayrı protokol hazırlandığını” anlatan Demirtaş, Öcalan’ın Erdoğan’dan  “Kürt sorununun çözümü ancak siyasetle mümkündür” benzeri bir demeç vermesini istediğini, bu demecin terör örgütü tarafından protokollerin imzalandığı mesajı olarak algılanacağını söyledi.
 
YARIN: REFERANDUM MUTABAKATI

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (22)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
Terör örgütüyle “kararlılıkla müzakere”ye devam...
KANLI PAZARLIK!
PKK, 12 Eylül 2010 referandumu öncesi  “eylemsizlik” kararı aldığını açıklayınca, cemil çiçek “terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz” demişti. İktidarın dilinin altındaki baklayı Duran Kalkan çıkardı: “Askerin geri çekilmesi, yeni anayasayı birlikte yapma, KCK operasyonlarının durması, Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulması konusunda mutabakata vardık!” Öte yandan dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar iktidarı sabote etmemeleri koşuluyla PKK’ya “af sözü” verdiği ortaya çıktı!

Darbenin mutfağından gelen eski MİT’çi Mahir Kaynak’ın, 23 Ocak 2010 günü, Başbakan’a yakın Star gazetesinde -yazanı ve yazdığı adresle beraber değerlendirildiğinde- yayınlanan yazısı oldukça ilginçti:
“... Türkiye’nin dünyadaki yeni rolü ve yeri ile ordunun ideolojisi uyuşmuyordu. O halde bu ideoloji değişecek ama ordunun etkinliği azalmayacak hatta artacaktı. Bu rol içe yönelik değil, dışa yönelik olacaktı. Bu ordudaki darbeci eğilimleri yok etmek ama onun gücünü ve prestijini korumakla mümkün olabilirdi. Şimdi komplo teorisi sayılabilecek bir proje sunuyorum.
Silahlı Kuvvetlerdeki bazı dokümanlar ele geçirildi ve bunlar bir darbe hazırlığına uygun biçimde yeniden düzenlenerek kamuoyuna sunuldu ve darbe karşıtlığının yerleşmesi ve bu tavrın genelleşmesi sağlandı...” 
 

Bir Türk subayı yazsa  denize okyanus der miydi
Bu komplonun kimler tarafından hazırlanmış olabileceğine dair yağmur gibi  “kanıt” yağıyordu. Kurmay Albay Mustafa Önsel’in cezaevinde yazdığı Beşiktaş’ta Sırtlan Pususu’nda dikkat çektiği detaylar minikti ama  “açık adres” niteliğindeydi:
“Mücahit (Erakyol) planda ” Özel Operasyon Birlik Komutanı “ olarak gösterilmişti. Ancak TSK’da böyle bir görev tanımı yoktu. Peki kimde vardı bu şekilde bir görev tanımı? Evet, sevgili(!) müttefikimiz ABD Silahlı Kuvvetlerinde.
Yine sözde planda haberleşme vasıtası olarak radyo kullanılacağı belirtilmiş. Bu bizim bildiğimiz radyo olabilir mi? Değil tabii ki. Bizim bildiğimiz radyo ile haberleşilmez malumunuz. Burada kastedilen haberleşme vasıtası telsizdir ve Amerikalılar telsize radyo demektedirler. Bu raporu bir Türk subayı yazsa telsiz yerine radyo demezdi herhalde.
Davanın ek klasörlerinde, sanıklardan biri tarafından yazıldığı iddia edilen bir sözde belgede, bir şahıstan bahsederken “Üzerindeki mermileri okyanusa attı” denmektedir. Bizde okyanus var mı? Yok! Peki, denize  okyanus diyen bir ülke var mı? Var! Dostumuz ABD” 
 

“Ergenekon başlamasa açılım gerçekleşmezdi” 
TOBB için hazırladığı  “Kürt raporu” ndan bu yana  “sorunun parçası”  olan ve son olarak Erdoğan’ın “akilleri” arasında yer alan Doğu Ergil, Stratejik Boyut dergisinin 2010 Ocak-Şubat-Mart sayısında  “Ergenekon soruşturması başlamasa idi açılım gerçekleşmezdi”  dedi. Aynı sayıdaki bir başka analizde Önder Aytaç’a göre  “Kürt açılımı, Ergenekon ile sonuna kadar mücadele”ydi!
Yani mevzu hiç de öyle AKP Kahramamaraş Milletvekili Avni Doğan’ın “40 yıl onlar bizi fişledi, şimdi biz onları fişliyoruz” itirafındaki kadar “basit” değildi.
 

Tarihi çömelme
17 Haziran 2010’da, bir yıl önce Habur’dan Türkiye’ye davul zurnayla giriş yaparak, rencide olmasınlar diye Atatürk fotoğraflarının kaldırıldığı çadır mahkemelerinde salıverilen PKK’lılardan 10’u tutuklanmış, 20 Haziran’da terör örgütü  “al sana açılım” der gibi Hakkari Şemdinli’deki Gediktepe Sınır Bölüğü ile Jandarma Sınır Komando Bölüğü’ne eş zamanlı saldırı düzenlemişti. 11 şehit verdiğimiz Gediktepe; hafızalara yazık ki, sonradan ortaya çıkan ayrıntılardan göğüs göğüse çatıştıkları anlaşılan askerlerimizin kahramanlığı ile değil, kısa süre sonra Genelkurmay Başkanı ile bölgeye giden Başbakan’ın siperdeki tarihi  “çömelme”si ile kazındı! Şemdinli şehitlerinin cenazeleri kalkmadan bir acı haber de İstanbul’un göbeğinden Halkalı’dan geldi; lojmandan çıkan servise düzenlenen saldırıda 5 askerimiz bir de asker kızı, 17 yaşındaki Buse şehit oldu!
Milletin yasıyla dalga geçer gibi AKP’li Rize Belediye Başkanı  “kanı durdurmak”  için dahiyane çözümü bulmuştu:
“Herkes Güneydoğu’dan ikinci eş  alırsa...” 
Oldu da bitti maşallahtı!
 

“Çare Öcalan(!)” 
 “Ağlayan ana”  sayısı her gün katlanarak çoğalıyor, buna iktidar partisi mensuplarının umursamazlığı ve pervasız açıklamaları eklenince, AKP 12 Eylül’de   -istediği dönüşümü sağlayabilmek için muhtaç olduğu- “Evet”e ulaşma şansını hızla  tüketiyordu.
Ve  “açılım”cı zihniyetin bulabildiği yegâne “çare Öcalan”dı!
PKK 20 Eylül 2010’a kadar  “eylemsizlik”  ilan ettiğini açıkladı!
Murat Karayılan’ın ifadesiyle “devletle anlaşmışlardı”  ve eli kanlı katil bunu bir  “lütuf” gibi anlatıyordu:
“Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak talep üzerine yeniden devreye girerek, hem yapılan çağrıları ve hem devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak bir kez daha barışa ve demokratik çözüme şans tanıması için hareketimize bir mesaj gönderdi.” 
Ve fakat BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Karayılan’la aynı gün yaptığı açıklamada altını çizdiği gibi, silahları  “sandığa kadar susturmanın” da, Güneydoğu’da -yine Öcalan’ın çağrısıyla- “boykot”tan dönüp  “evet”e destek vermenin de bir bedeli olacaktı:
“Taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki biz yeni anayasayı destekleriz...” 
O talepleri ANF aracılığıyla, PKK’lı Duran Kalkan açıkladı (24 Ekim 2010). Dediğine göre 13 Ağustos 2010’da yani referandumdan tam bir ay önce  “çift taraflı bir mutabakat” sağlanmış, AKP, BDP aracılığıyla yolladığı mesajda  “Operasyonları durdurma, askeri geri çekme, yeni anayasayı birlikte yapma, Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurma, Öcalan’ın koşullarını iyileştirme ve KCK operasyonlarını noktalama”  taahhüdünde bulundu!
Demek ki Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, 20 Ağustos 2010’da  “Terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz” derken vermek zorunda kalacakları bu tavizleri işaret ediyordu.
7 Eylül 2010’da bu kez Milliyet’ten Devrim Sevimay’a konuşan Demirtaş’a göre referandumda Diyarbakır’dan çıkacak sonuç  “Kürt sorununun çözümünü istiyoruz” biçiminde okunmalıydı.
Demirtaş’ın da diğer BDP’li ve PKK’lıların da kaygılanmasına hiç gerek yoktu, terör örgütü  “mutabakat”a rağmen can almaya devam ederken Olağanüstü Güvenlik Zirvesi’nden çıka çıka  “Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle işbirliği”  ve  “açılıma devam” kararları çıktı;
İktidar PKK’yla kararlılıkla müzakereye devam edecekti!
Mücadele mi?
Haklarını yememeli, YAŞ’ta TSK’ya karşı dişe diş kana kan mücadele verildi!
 

Çankaya’da “Özel” savaşı
Hasan Iğsız Ümraniye Davası kapsamında ifadeye çağrıldığı günlere denk gelen YAŞ’ta emekliye sevk edildi. Jandarma Genel Komutanı Atilla Işık Kara Kuvvetleri Komutanı olacaktı; yeni Jandarma Genel Komutanı ise Necdet Özel’di. Ancak hiç hesapta olmayan bir istifa dengeleri değiştirdi. KKK olması gereken Işık istifa etmişti. Terfi sıralamasına göre yerine atanacak kişi belliydi:
Özel!
 Ve Çankaya’da  “Özel’in Kara Kuvvetleri Komutanı yapılmasına mani olma(dolayısıyla Genelkurmay Başkanlığı yolunu açma) pazarlıkları” başladı.
Özel, KKK olursa iki yıl sonra emekliye ayrılacak, dolayısıyla Genelkurmay Başkanı olamayacaktı; maazallah ordunun komutasının “darbeci-terörist”lerden birine geçme ihtimali vardı!
Pazarlık, Özel’in lehine sonuçlandı; mahkeme o gün için -daha sonra hepsini yeniden derdest edilebileceği akla gelmedi demek ki- 102 subay hakkında verdiği yakalama kararını kaldırdı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ emekli, Işık Koşaner Genelkurmay Başkanı, Erdal Ceylanoğlu Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. 
 
Atalay’dan “af” sözü
Yol temizliği de aradan çıkarıldığına göre durmak yok yola devamdı;
Kandil, her gün şehit cenazesi gelirken dalga geçer gibi  “ateşkes”i bir hafta daha uzattığını açıkladı, Taraf’a göre bu karar  “Öcalan’la yapılan barış takvimi”  dolayısıyla alınmıştı! Nitekim, referandumdan birkaç gün sonra Karayılan İmralı’da  “Öcalan görüşmeleri” nin sürdüğünü ilan etti. BDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Nihat Oğraş, Fırat Haber Ajansı’na ateşkesin  “askeri ve siyasi operasyonların durması, seçim barajının düşürülmesi”  şartlarıyla uzatıldığını söyledi. 23 Eylül’de yapılan  “AKP-BDP zirvesi”nden  “En kabul edilmez taleplerin bile demokratik ortamda Meclis’te konuşulması” anlaşması  çıktı.
Abdullah Öcalan’ı yargılayan mahkeme heyetinin başkanlığını yapan Turgut Okyay  “Öcalan’ı boşuna yagılamışım” derken haklıydı;
 “Şimdi içeriden örgüt yönetiyor”du!
25 Eylül 2010’da gazetecilerin karşısına çıkan “açılımdan sorumlu” İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Irak Büyükelçisi Murat Özçelik’in Kuzey Irak’ta, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da ABD’de yürüttüğü görüşmelerin bilgisi dahilinde olduğunu ve devamının geleceğini söyledi.
Peşinden kendisi de Kuzey Irak’a giden Atalay, Barzani’den  “Örgütün eylemsizlik kararını genel seçimlerin sonuna kadar uzatmasını, çözüm sürecini destekleyeceğini ortaya koymasını” istedi.
Atalay’ın Barzani aracılığıyla PKK’ya verdiği sözlerden biri de  “af”tı ama  “seçime kadar AKP’yi sabote etmemeleri” şartıyla! Görüşme 28 Eylül 2010’da Milliyet’te “şok diyaloglar” başlığıyla yayınlandı:
“Atalay: Sorunun çözümü noktasında İmralı ile dahil görüşmeler yapıyoruz. İmralı da çözüm noktasında bize yakın. Ama Kandil’in tavrını açık okuyamıyoruz. Öcalan çözüm için bazen topu taca atıyor, bazen topu sahada tutuyor. Topun taca atıldığı noktada sizin aktif rol almanızı istiyoruz.
Barzani: Aktif rolden kastınız?
Atalay: Bölgede saygınlığınız var. Bu saygınlığınızı kullanmalı ve PKK üzerinde etkinizi hissettirmelisiniz. Sık sık medya önünde silahların bırakılması yönündeki telkinleri sürdürürsünüz. Kürt kamuoyu, Kürt hareketinde tek fayda olarak PKK’yı görme alışkanlığını terk edecektir. Bu da sorunların çözümü noktasında işimizi kolaylaştıracaktır.
Barzani: Biz telkin olmanın ötesinde zaten silahların çözüm sunmadığını her fırsatta dillendiriyoruz. Halk bunu AKP’nin yaklaşan seçimler öncesinde siyasi bir adım olarak görüyor. Türkiye’deki Kürtleri, Kürt açılımını, demokratik açılımı bir devlet politikası, sürdürülebilir bir devlet politikası olarak devam ettirecek bir proje olarak sunarsanız daha fazla güven uyandırırsınız. Halk oylaması gösterdi ki, Kürtlerin boykot kararı, Türkiye’deki siyasi süreçte dikkate alınması gereken bir tavırdır. PKK sorununun çözümünde Türkiye ile birlikte Suriye ve İran’ın da adımlar atması gerekiyor. Çünkü PKK sorunu, beslendiği kanallar sadece Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkmıştır...” KCK iddianamesinde şok itiraf:
 

“MİT Müsteşarının  tüm ifadeleri benim  ifadelerimdir” 
Sahnede Barzani vardı ama Irak Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Talabani de “eski alışkanlarını” bırakmamıştı.  “Oslo pazarlığı”nı biraz daha aydınlatan itiraf KCK iddianamesine böyle yansıdı:
“Benim Apo ile bir ilişkim var. 2 Kasım’da bana avukatları aracılığıyla bir mektup gönderdi. Ben bu talepleri Türk yetkililere de iletmiştim. Benim PKK ile de bir diyaloğum var. Bu bayramda ben talep etmişim ateşkesi, hem uzatılması konusunda da bir yaklaşım oldu. Silah kesme ve ateşkes ilan etme arasında fark var. Ben silah bırakma yanlısı değilim. Ateşkes ilan edilsin. Silah bırakmanın karşılığı var. Ateşkes ilan etmek ise Türkiye’de çalışan arkadaşların mücadelesini yükseltmek için olmalıdır. Yine PKK’nın bir talebi vardı; genel af ile onu dile getirdik. Biz MİT Müsteşarları ile PKK’nın bazı ilişkileri var, sizin bilginiz dahilinde mi dedik. Erdoğan ‘MİT Müsteşarı’nın tüm ifadeleri benim ifademdir’ dedi.” 
Dönüş yılı...
1 Kasım 2010’da İmralı’ya giden Aysel Tuğluk, Öcalan’ın ağzından “diyaloğun müzakereye döndüğü”  müjdesin verdi!
“Dönüş yılı”nda Türkiye “açılım”a  “Zihinlerdeki parçalanmayı artırır” diyerek Kürtçe vaaza izin vermeyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nu, Atatürk’ün Ankara’ya gelişi dolayısıyla düzenlenen Garnizon Koşusu’nu ha, bir de 104 evladını feda etti!
 
YARIN: YENİ ANAYASA İTTİFAKI

 

 

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (23)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
Bir ülke “Büyük Kurtarıcı”sı tarafından nasıl batırıldı
 Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı”nı gerektirdi. “Operasyon”u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları”yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı...
Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı” nı gerektirdi. “Operasyon” u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları” yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı
Türkiye seçim yılına aldığı “balyoz”  darbelerinden yalpalayarak girdi.
12 Şubat 2011’de, 163 subay birden tutuklanmış; terfi sıralaması olağan ilerlerse 2017’de Genelkurmay Başkanı olması beklenen Korgeneral Korkut Özarslan’ın annesi, tutuklama haberine dayanamamış, o gece vefat etmişti.
 

İşgal var ordu yok
 “Arap Baharı” nın bir anda kışa döndüğü günlerdi. Libya kaynıyor; NATO  “işgal”  için Türkiye’yi  “operasyon üssü”  olarak kullanıyor; limanlarımızda, hava sahamızda her türlü savaş teçhizatı kuşanmış yabancılar cirit atıyordu. Milli güvenliğimiz açısından bu derece kritik olan süreçte Libya’ya gönderilen gemilerin bağlı olduğu Aksaz’da bulunması gereken üs komutanı, donanma kurmay başkanı, denizaltı filo komutanı Hasdal’daydı!
Türkiye NATO’nun hava harekat merkeziydi ama bir sonraki yıl (2012) YAŞ’ta, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda tutuklanmayan orgeneral kalmadığından  “kuvvet komutanı”  atayamayacaktı! Korgeneral rütbesindeki subaylardan biri  “mecburi orgeneral” yapılarak kuvvet komutanı olabildi! 
Ki bunlar daha iyi günlerimizdi! 
Sadece bir yıl sonra ülkenin başbakanı  “Fırkateynlerimiz, gemilerimiz vesaire, neredeyse komuta kademesinde oralara gönderecek subay kalmıyor. Olmaz böyle şey. İçeride 400’e yakın subay var” diyecekti.
Başkomutan’ın derdi Beşiktaş
Türk ordusunun 163 subayı birden tutuklanmıştı; acaba bu trajedi karşısında  “Başkomutan” nasıldı? O günlerde, Abdullah Gül ile birlikte İran’da bulunan Taha Akyol anlattı:
 “Akşam, gazeteciler olarak Gül’le yaptığımız sohbette Cengiz Çandar, ” kötü haberim var “ diyor! 
Eyvah, kötü bir şey mi oldu?.. 
Meğer Çandar, koyu Beşiktaşlı Cumhurbaşkanı’na “Beşiktaş’ın yine yenildiğini” haber verecekmiş!
Gül’ün cevabı:
- Hakikaten hayret. Bir takım üç beş maçı kazanır, bir maçı kaybeder, bunu anlarım... Ama BJK sürekli maç kaybediyor!
Doğru söze ne nedir?..” 
Başkomutan Beşiktaş’a ağlarken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bir  “balyoz”  daha inecek; 30 Mayıs 2011’de ilk kez bir muvazzaf orgeneral tutuklanacaktı;
Hava Harp Akademileri Komutanı Bilgin Balanlı!
Balanlı ile birlikte tutuklananlar arasında Hava Harp Okulu Komutanı da vardı. Türkiye o gün haberdar değildi, aylar sonra öğrenecekti; Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tümgeneral Mehmet Yılmaz Erdoğan istifa etmişti! Dönemin KADEP Genel Başkanı ve Bağımsız Milletvekili Şerafettin Elçi, 12 Haziran 2011 seçimlerinin ardından “PKK ile AKP arasında gayriresmi bir” seçime kadar ateşkes “protokolü”  imzalandığını söyledi. 26 Ekim 2011’de Kandil’den gelen açıklama da bunu doğrular nitelikteydi. Murat Karayılan “10 Mayıs 2011’de devlet yetkilileri tarafından iletilen protokoller üzerinde karşılıklı olarak üç gün tartıştıklarını ve sonuçta anlaştıklarını” iddia ederken protokollerin omurgasını  “ortak bir yeni anayasa”nın oluşturduğunun altını çizdi.
Bu uğurda “tasfiye” edilen sadece ordu değildi; Türk siyaseti/siyasetçileri de hedefti.
Deniz Baykal’a yapılan “kaset operasyonu” yla Onur Öymen’li, Şükrü Elekdağ’lı CHP’nin yerine Hüseyin Aygün’lü, Sezgin Tanrıkulu’lu  “Yeni CHP”  dizayn edilmiş; sıra MHP’ye gelmişti. Tam seçim arifesinde, yasadışı yollarla elde edilen görüntü ve ses kayıtlarına dayanan tehdit ve şantajlarla partinin üst yönetimi tasfiye edildi.
Aslında Türkiye de, MHP de, bu tür girişimlere yabancı değildi.
 

57. Hükümeti ABD bitirdi
DSP Genel Başkanı Masum Türker’in, 4 Şubat 2012’de Yeniçağ’da yayınlanan sözleri, Türk siyasi tarihinin en büyük “operasyon” larından birinin, yine MHP’nin de ortağı olduğu 57. Hükümete yönelik olarak gerçekleştiğinin itirafı gibiydi.
“57. Hükümetin sona ermesinin arkasında Ecevit’siz ve MHP’siz bir hükümet isteği yatıyordu” diyen Türker’e göre bu “isteğin” sahibi ABD’ydi:
 “Her gün baskı vardı bize, ayrılın diye. Partinin içerisine dışarıdan baskı vardı... Bütün gazeteler yazıyordu ve Kemal Derviş yeni bir parti, yeni bir işlem yapalım diye İsmail Cem’i ikna etmeye çalışıyordu. En son Yaşar Büyükanıt, İsmail Cem, Kemal Derviş RV Restorant’ta buluşup yemek yediler. Gazetelere de yansıdı o tarihte. DSP’nin bu konuda bölünmesi ABD’ -nin isteklerinden bir tanesiydi.” 
Peki ama, 1999’da AB Aday Üyelik Protokolüne, IMF ile 3 yıllık stand by anlaşmasına imza atmış, “Tahkim Yasası” nı geçirmiş; hemen her gün “Artık önümüzdeki 10 yılı görebiliyoruz” diye sevinçle el çırpan  “patron”lardan övgü alan koalisyon nasıl parçalanma noktasında gelmişti? 
Derviş’e dokunan yanar!
Dolar ve gecelik repo faizleri fırlarken, borsanın çakılması, vatandaş Başbakanlık önünde yazar kasa fırlatırken “vurgun ekonomisi” nin patronlarının daha da ihya olmasından çok daha tuhafı; Türkiye için hazırda tutulan  “kurtarıcı”  bekletiliyor olmasıydı!
2 Mart 2011’de Dünya Bankası’ndan transfer edilerek Ekonomiden Sorumlu Bakan yapılan Kemal Derviş  “15 gün” de çıkarttırdığı  “15 yasa”  ile ilk iş Türkiye’nin tarımsal ve sanayi üretimi bitirdi!
Türkiye’deki sorunun ekonomik değil siyasi olduğunu söyleyen eski CIA ajanı Mark Parris’in, -Milliyet’te Serpil Yılmaz’ın özel haberine göre- 18 Temmuz 2011’de Ecevit ve Bahçeli’ye  “Derviş’i köşeye sıkıştırırlarsa batacakları”  tehdidi savurması, çiçeği burnunda  “ithal bakan” ın asıl misyonuna dair ilk önemli ipucunu vermişti.
Cengiz Çandar, 7 Şubat 2002’de Yeni Şafak’ta yayınlanan yazısında, “Eğer IMF’nin 24 kişilik İcra Direktörleri Kurulu’ndaki ‘hiç kimse’ Türkiye’ye böylesine ‘rekor düzeyde’ para verilmesinde’ mutlu değil’ise, bu parayı nasıl verebildi? Bunu Washington’da IMF’nin de üzerinde bulunan bir ‘siyasi irade’ ve ‘siyasi otorite’ nin isteğiyle açıklamak uygun olur. Orası neresidir? IMF’ye düzayak beş dakika mesafede ve Amerikan Hazine Bakanlığı binasının bitişiğinde olan Beyaz Saray! (...) Bu ‘rekor meblağ’ın bir ‘dış politika faturası’ olması gerekiyor. Bu ‘fatura’ Ankara’nın Bağdat’a karşı, Washington’a vereceği desteğin faturası. Türkiye Irak’a karşı bir ‘Amerikan harekâtı’olursa, buna ‘tam destek’ verecek. Türkiye bu desteği vermeyecek olsa, bu ‘para’ gelmezdi. Artık kendimizi aldatmaya son verelim. ‘Mukadder geleceğe’ doğru hazırlanalım. Türkiye’nin geleceğini, IMF programının uygulanması ve Irak’a yönelik girişimler belirleyecek...”  diyordu.
Ve doğruydu!
Eski ABD Başkanı Bill Clinton’un danışmanı Dick Morris’in “Türkiye, Irak operasyonuna destek verecek. Çünkü Türkiye’nin sahibi IMF’dir. IMF parasını verip, Türkiye’yi satın aldı” sözleri, yazdıklarının Çandar’ın “kişisel temennisi” nden ibaret olmadığını gösteriyordu!
Irak işgaline hazırlanan ABD için en kötü senaryo; Türkiye’nin başında “Savaşa karşıyım” diyen bir Başbakan ve müdahalenin “bağımsız bir Kürt devleti” doğurabileceğinden endişelenen bir Başbakan Yardımcısı’nın bulunmasıydı! Dönemin Milli Savunma Bakanı Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun -önceki bölümlerde ayrıntılı anlattığımız- NATO resti de cabası!..
 

Her taşın altında Doğan medyası
Operasyon günü yaklaştıkça Washington-İstanbul-Ankara hattındaki trafik de yoğunlaştı.  Eski CIA Başkanı da olan baba Bush, TÜSİAD üyeleriyle yemek yiyor; o yemek masalarından kulisler aktaran köşe yazarları “Washington’un Ecevit sonrasını planladığını” haber veriyor, ABD Ankara Büyükelçisi Pearson, Mesut Yılmaz ve Kemal Derviş üçlüsünün arasından su sızmıyor, olmayan bir seçimin anketleri yayınlanarak AKP palazlandırılıyor, İsmail Cem yeni parti kurmaya teşvik ediliyor, DSP’ye bütün olarak hükmedemeyenler bölme yoluna gidiyordu... Ve bütün bu organizasyonu yürütenler; dönüyor dolaşıyor aynı adreste buluşuyordu:
Doğan Grubu’nun 4 Temmuz 2002’de Frankfurt’taki yeni baskı tesislerinin Mesut Yılmaz’lı, Tansu Çiller’li, Tayyip Erdoğan’lı, İsmail Cem’li, Tunca Toskay’lı açılışı çok tartışıldı. Özellikle MHP lideri “3 Kasım süreci” konusu her açıldığında lafı o ünlü ve gizemli “Frankfurt toplantısı”na getirdi ama dönemin aktörlerinden/tanıklarından hiçbiri o toplantıda Bahçeli’nin “ erken seçim kararı” almasına yol açacak kadar “hayati” hangi konunun konuşulduğunu açık olarak söylemedi. Bütün yazılanlar, çizilenler “iddia”dan ibaretti. Kesin olan; Bahçeli o toplantıdan birkaç gün sonra 7 Temmuz 2002’de Bursa’da 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda “dış güçler Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar istiyorlar, kararı Türk Milleti versin” diyerek “erken seçim” teklif etti. 
 

“Ecevit’siz ve MHP’siz iktidar senaryosu”
Bahçeli’ye göre “senaryo” şöyleydi:
“Sayın Derviş, siyasi belirsizlik dedi. Onun ardından uluslararası finans kuruluşları, şirketler, iç ve dış basın bu kavrama destek verdi. Derviş’e ‘Siyasi belirsizlik var mı?’diye sordum. Bana ‘Yeni bir hükümet senaryosu’ yanıtını verdi. 
(...)
İşin gerçeği Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar oluşumunun yolunu açmak. Bütün yaşananların özeti budur. Daha sonra Merkez Bankası Başkanı’na ‘Bu doların, faizin yükselişini durduramaz mısınız?’ diye sorduğumda ‘Durdurabiliriz ama yükselir’ yanıtını aldım. Nedenini sorduğumda ise  ‘Siyasi belirsizlik’ dedi. Ben de kendisine  ‘Eğer Türkiye’de bazı şeyler dış basınla ve finans kuruluşlarının söyledikleriyle olacaksa, bağımsız Merkez Bankası’nın görevi, sorumluluğu nedir?’ diye sordum. 
Bütün bunlar yeni senaryoların gündeme sokulduğunu gösteriyor. 
(...)
Millet iradesine dayanmayan değişiklikler yapılmak isteniyor. Türkiye, geleceğini Financial Times gazetesi yazarının, değerlendirme kuruluşlarının, bazı medya unsurlarının belirleme yetkisinde görmemelidir. Türkiye’nin geleceğine halk karar verir. 
Türkiye’de belli çevre ve odakların yönlendirmelerine uluslararası finans kuruluşları veya basın desteğiyle Türkiye’de iktidarlara şekil verme gayreti olanlara millet olarak cevap vermeliyiz... 
Sonrası çorap söküğü gibi geldi:
Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem, DSP’den ayrıldı. Cem yeni partiyi kurdu ancak onu buna teşvik eden Derviş,  görevi oraya kadar olmalıydı ki geri çekildi.
 

“Yarı-sömürge” olmanın gereği 
14 Temmuz 2002’de Türkiye, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’i ağırladı. Wolfowitz’in Mustafa Koç’un yalısında yemek yediği kadro  “Yeni Türkiye” nin kimler eliyle, nasıl şekillendirileceğine dair fikir verir gibiydi:
Bülent Eczacıbaşı, Kemal Derviş, Can Paker, Mehmet Ali Bayar, Cem Duna, Cem Boyner, Şerif Egeli, Özdem Sanberk, Yılmaz Argüden, Kemal Köprülü, Cengiz Çandar, ABD İstanbul Başkonsolosu David Arnd, ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson...
Yemekte “Irak”  konusu konuşulmuştu; ancak Wolfowitz’in isteğiyle konuşulanlar  “o masada”  kalacaktı! Çandar söz verdiği gibi  “ketum”  davranıp o masada konuşulanları açıklamadı ama aylar önce, 17 Mayıs 2002’de yine Yeni Şafak’ta yayınlanan  “ibretlik” satırları zaten Türkiye için çizilen  “yol haritası” nı çoktan açığa çıkarmıştı:
“Eğer Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘siyasi yarı-sömürgesi’ olmasına razı ise; geleceğini Beyaz Saray-Pentagon-IMF-Dışişleri’nden oluşacak ‘Washington eşgüdümü’ne terk ederek yol almaya bakacaktır. Bu çerçevede, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’a atfen yayılan ‘Ecevit’in çekileceğine ve yakında seçim olacağına ilişkin duyum aldıkları’ söylentilerine kulak vermek gerekir.
Böylesine ‘hasta ve hastalıklı bir siyasi sistem’in; ‘üçlü koalisyonun vazgeçilmez yapıştırıcısı’ işlevi gören Bülent Ecevit’in bu rolünü ‘terk etmesi’ halinde ’yeni bir irade’yle işlerlik kazanmasından başka şansı yoktur.
Eğer Türkiye’de ‘askeri idare’ olmayacaksa; Türkiye’nin 2004’ten önce seçime gitmekten başka çaresi gözükmüyor...” 
 
YARIN: FİLMİN SONU

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (24)

 

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
 
FİLMİN SONU: 
TSK şehit, T.C. gazi, PKK “özerklik” ilan etti; Ve hâlâ Türk Milleti “son sözünü” söylemedi!
“Yeni Anayasa” mutabakatıyla girdiği seçimlerden 36 milletvekili çıkaran BDP ilk kutlamasını Diyarbakır’da “Ülkemiz Kürdistan, başkentimiz Diyarbakır” sloganlarıyla yaptığı günden bugüne; terörle mücadele kahramanları müebbede mahkum edilirken, T.C. kaldırıldı, Andımız kaldırıldı, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ kaldırıldı, Atatürk kaldırıldı, milli bayramları kutlamak yasaklandı, Öcalan’a 
siyaset yolu açıldı; yazmakla bitmez ki ihanet adımları...
Perdede seçmene “kaset”ler izletilirken, perde arkasında  “PKK ile Yeni Anayasa ittifakı” yla gidilen 12 Haziran 2011 seçimleri, siyasi denklemin planlandığı gibi  “iki partili”  dizaynına yetmese de; TBMM aritmetiği  “Yeni Türkiye” inşasına müsaitti. 
Devlete taş ve tokat atarak (BDP’li Bengi Yıldız polis aracı taşlamış, Sabahat Tuncel de polis tokatlamıştı),  “Bize destek, Öcalan ve gerillaya destektir”  diye girdiği seçimlerde 36 milletvekili çıkarmayı başaran(!) BDP, zaferini(!) 15 Haziran 2011’de Diyarbakır’da böyle kutladı:
 “Ülkemiz Kürdistan, başkentimiz Diyarbakır...” 
O günden bugüne;
11 Temmuz 2011’de “Kuzu Kırpma Festivali” meydan okumaya döndü. -O günlerdeki adıyla- BDP Hakkari Milletvekili Adil Kurt  “Bu aynı zamanda demokratik özerkliğin ilanıdır. Kato Dağı’nda özgürlük halayı çekiyoruz. Cudi, Gabar ve Kato’da bizi dinleyenler var. Onlar en kısa zamanda aramızda olacaklar. Önderimiz Sayın Öcalan da en kısa zamanda aramızda olacak...”  diyordu.
Seçim, AKP’nin oylarına zeval gelmeden sağ salim atlatıldığına göre terör örgütü “asli görevi”ne dönebilirdi; 
14 Temmuz 2011’de Silvan Komanda Taburu’nun pusuya düşürülmesi üzerine başlayan çatışmada 13 şehit verdik. 
 

Cumhuriyet tarihinde ilk; ordu komutansız!
2011 yaz şurasına sadece iki gün vardı;  “özel yetkili yargı” son dakika sürprizi yaptı; Ege Ordu Komutanı, Genelkurmay İstihbarat Başkanı, Genelkurmay Adli Müşaviri hakkında yakalama kararı çıkarıldı! Ve Çankaya’daki Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan-Işık Koşaner zirvesi cumhuriyet tarihinde  “ilk”  olacak bir kararla noktalandı:
29 Temmuz 2011’de Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Erdal Ceylanoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Hasan Aksay, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit istifa etti. 
Koşaner böyle veda etti:
“Yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması, Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel  olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkanını ortadan kaldırmıştır.” 
Böylece TSK’nın  “Özel”  dönemini de başladı.
Koşaner’in çıkışı, şehit haberleriyle gerilen kamuoyunun önüne atılacak günah keçisini de kendiliğinden belirlemişti. Eski Genelkurmay Başkanı’nın ses kayıtlarının servisi gecikmedi: 
“Emir komuta birliğini sağlayamıyoruz, tim komutanlarımız çatışma anında silahını mevzide bırakıp kaçıyor, sınır karakollarımız hatalı yapılmış, halimiz kepazelik...” 
 “İçimizden hainler çıktı, maalesef helal süt emmemiş arkadaşlarımız çıktı, neyimiz var neyimiz yok çaldırmışız, ne konuşuyorsak adamların elinde var, namerdin eline malzeme verdik...”  diyordu Koşaner; haksız da sayılmazdı...
30 Ağustos 2011’de ilk kez Zafer Bayramı’na Genelkurmay Başkanı yerine Cumhurbaşkanı ev sahipliği yaptı.
1 Ekim 2011’de ilk kez bir milletvekili Leyla Zana  “Büyük Türk Milleti...”  adına değil  “Büyük Türkiye Milleti...”  adına yemin etti. Kendi ifadesiyle “bilinçaltının oyunu”na gelmişti! Oturumu yöneten Cemil Çiçek, yemini tekrar ettirme gereği hissetmedi!
18 Ekim 2011’de Güroymak yakınlarındaki bombalı saldırıda 5 polis şehit oldu;  “Norşin”  manşetleri atanlar üç maymundu!
19 Ekim 2011’de “güzel şeyler” Hakkari’de “olmaya” devam etti; 24 askerimiz  şehitti.
Osmanlı’yı  “Kürt Kartı” yla bölmeye çalışan, Barzani’nin sözde devletini ilk  “tanıyan” İngiltere 2008 yılındaki ’Dizbağı Nişanı’ndan sonra Cumhurbaşkanımız’a bir “madalya”  daha takmak üzere, Kraliçe’nin davetiyle saraylarda ağırladı!
Acaba Gül bunu hak etmek için ne yapmıştı/daha kaç “güzel şey”e vesile olacaktı?
 

Genelkurmay Başkanı’nın düştüğü hal: “Onbaşısın” 
Daha Sırrı Sakık’ın generallere “Haddinizi bileceksiniz; bize ters bakmayacaksınız”  diye bağırmasının şoku atlatılamadan; 6 Ocak 2002’de, “Türkiye Cumhuriyeti 26. Genelkurmay Başkanı terör örgütü kurmak ve yönetmek suçundan tutuklandı. Takdir yüce Türk Milleti’nin”di!
Yenisi mi?
Onun da durumu fazla iç açıcı değildi. 8 Ocak 2012’de BDP’li Demirtaş, Necdet Özel’e  “Ana dilde eğitimin olup olmayacağını sana mı soracağız; senin rütben orgeneral de olsa bizim nazarımızda onbaşısın”  diye seslendi.
Ve artçıları bugün hissedilen meşhur  “7 Şubat depremi”:
BDP Diyarbakır İl Başkanlığı’na yapılan baskında  “PKK’yla mutabakat metni” bulununca, KCK soruşturmasını yürüten Savcı Sadrettin Sarıkaya,  MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski MİT Müsteşarı Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’i, “şüpheli” olarak ifadeye çağırdı. Özel kanunla Başbakan’ın özel korumasına giren MİT’çiler kurtuldu olan savcıya oldu; görevini yaptığı için görevden alındı!
Batman’da Nevruz bahanesiyle çıkarılan olaylarla bir polis Ahmet Türk’e yumruk attı. “İntikamını” PKK aldı; aynı gün Cizre’de  1 polis, ertesi gün Cudi’de 5 Özel Harekat  polisi şehit!
 

Cesur lider bulundu
23 Nisan 2012’de Başbakan, Anıtkabir’deki törene katılmadı.
İçişleri Bakanlığı, Atatürk anıtlarına çelenk koymayı yasaklayan genelgesini yayınladı! 
Bunca “güzelliğe” kayıtsız kalamazdı; Leyla Zana 14 Haziran 2012’de Hürriyet’e yaptığı açıklamada  “Bu işi Tayyip Erdoğan çözer. Başbakan’da bu cesaret var”  dedi. CIA koridorlarında başlatılan “cesur lider” arayışı neticelendi!
22 Haziran 2012’de, TSK’ya ait keşif uçağı düşürüldü, iki pilotumuz şehit oldu. Genelkurmay Başkanı Özel’in tepkisi, çuval olayına  “pratik yöntem” diyen Özkök’ü aratmadı:
“Savaş çıkaracak halimiz yok!” 
23 Temmuz 2012’de peşmerge ve  PKK’lılar Suriye’ye geçti. Ankara güya   Barzani’ye haddini bildirecekti; birkaç ay  sonra “onur konuğu” olarak AKP Kongresi’ne davet edildi. 
 

Ulusçulukla hesaplaşma vakti
Demokratik Toplum Kongresi’nin 14 Temmuz 2011’deki  “demokratik özerklik” ilanını takiben PKK  “kurtarılmış bölgeler” oluşturmaya başladı.
9 Ağustos 2012’de Foça’da askeri araç bombalandı; Hüseyin Çelik’e göre  “Birkaç Mehmet’i şehit ettiler diye”  TBMM toplanamazdı.
Böyle olunca  “bir de Hüseyin kaçıralım bakalım”  dedi PKK; CHP’li Hüseyin Aygün “dağa kaldırıldı”. Macera, teröristlerin  “Bu kardeşlerini unutma abi” uğurlamasıyla bitti. 
20 Ağustos 2012’de PKK’lılarla kucaklaşan milletvekilleri bu kez BDP’liydi! Aynı gün Gaziantep’teki bombalı saldırıda aralarında el kadar bebeklerin de olduğu 10 kişi can  verdi!
4 Eylül 2013’de Afyon’da cephane patladı: 25 şehit!
17 Eylül 2012’de Bingöl’de mayın patladı: 8 şehit!
Tam o gün Cansu Çamlıbel, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na  “Kürt meselesini nasıl çözeceklerini” sordu. Cevap netti:
 “Ulusçulukla hesaplaşma vakti geldi!” 
18 Eylül 2012’de Elazığ Muş yolunda, PKK’nın “ulusumuzu” hedef alan roketli saldırısında 10 şehit daha verdik!
Türkiye şehitlerine ağlarken Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven  “Dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz...”  dedi.
 

İnançlı cani
21 Eylül 2012... Balyoz indi; 325 subay mahkum edildi. Mahkeme salonundaki en keskin çığlık  “TSK şehit edildi” ydi!
29 Ekim 2012’de Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak isteyenler “terörist” muamelesi gördü.
6 Kasım 2012’de PKK’lı Şemdin Sakık’ın Genelkurmay Başkanı’nın yargılandığı davanın  “gizli tanığı” olduğu ortaya çıktı!
10 Kasım 2012’de Başbakan, Afrika gezisini bir gün uzattı ve Anıtkabir’deki törene katılmadı!
16 Aralık 2012’de Bülent Arınç pek duygusaldı; BDP’li Gültan Kışanak’a mı, İmralı’daki Cani Öcalan’a mı ağlasın şaşırdı:
“Henüz 17 yaşında genç kızken Diyarbakır Cezaevi’nde öylesine ahlaksızca işkenceye maruz kalmış ki, ben de aklıma gelse dağa çıkardım. (...) Üç arkadaştan bahsedeyim. Birisinin adı Durmuş, birisinin adı Yakup, birisinin adı Abdullah. (...) Üçü de namaz kılıyor, üçü de inançlı insanlar. Çok iyi arkadaşlıkları var (...) Aradan seneler geçiyor, bunlardan birisi Durmuş Yılmaz olarak Türkiye’de Merkez Bankası Başkanı oluyor. İkincisi Yakup İnce, Medine-i Münevvere’de mühendis olarak çalışıyor. Üçüncüsü de Abdullah Öcalan... (...) Abdullah Öcalan belki bir karanlığın kurbanı olarak bu yollara götürülmüş (...) ama bir çocukluğu bir gençliği var...” 
Tam 206 şehit verdik o sene... 

Muhteşem dönüşüm!
Ve o 206 şehidin, onlardan önce  “vatan-millet uğruna”  canlarını feda eden binlerce ana kuzusunun emaneti bakın ne hale getirildi 2013’te:
Eski Genelkurmay Başkanı “terörist”  sayıldı; müebbede mahkum edildi!
 İmralı’daki caninin adı  “İmralı” olarak değiştirildi.
“Terör”  bundan böyle “barışçıl gösteri” ydi!
“Ulusa Sesleniş”in adı “Millete Hizmet Yolunda” yapıldı ama hangi millete hizmet edileceği muallaktı!
Paris’te öldürülen 3 PKK’lının cenazelerinde Türk bayrağı indirildi, yerine PKK paçavrası çekildi; cumhuriyet tarihinin en büyük isyan girişimi iktidarın himayesinde gerçekleşti!
 “Amaç TSK’yı bitirmek” diyen Donanma Komutanı Nusret Güner istifa etti. 
KCK’lıların istediği “Ana dilde savunma yasası” geçti.
Başbakan, Mardin’de “Milliyetçiliği ayaklar altına aldıklarını” ilan etti!
Milliyet gazetesinin yayınladığı İmralı zabıtlarına göre “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan Öcalan’dı” !  PKK  “19 aydır esir tuttuğu kamu görevlilerini BDP’ye teslim etti” ; peki  “devlet” neredeydi!
Nevruz’da, Öcalan törenle “devlet başkanı” ve hatta “dünyayı kurtaran adam”  yapıldı!
“Dağdakiyle birlikte yaşamayı isterim” ,  “Her iki taraf da şehit” , “Türk demeyelim Türkiye bayrağı diyelim” diyen “akiller” Öcalan’ın mesajını il il, ilçe ilçe dolaştırdı!
Ziraat Bankası, Sağlık Bakanlığı derken  “T.C.”  tarih oldu.
Avrupa Konseyi, PKK’lıları “aktivist”  olarak tanımladı.
Murat Karayılan, Kandil’de basın toplantısı yaptı; katılabilen gazeteciler bahtiyardı!
Başbakan 23 Nisan ve 10 Kasım’dan sonra 19 Mayıs törenlerine de katılmadı; ABD’ydi!
Ordunun bir bölümü Silivri, Hasdal, Hadımköy, Sincan, Maltepe, Şirinyer, Mamak’a, bir bölümü de kışlaya hapsedilirken, PKK  “asayiş gücü”nü oluşturdu... Kendi mahkemelerini kurdu...  “Şehitliklerini” açtı... Belediyeler, PKK kamplarına karavana servisine başladı...  “Ana dilde eğitim”in önü açıldı. Öcalan’a TBMM vizesi çıktı...
Bütün bunlar olurken Başbakan, Atatürk resimli bayraklara taktı:
“Balkonlarınıza Bayrak Yasasına uygun bayrak asın!” 
 “Atatürk yasağı” resmiyet(!) kazandı.
24 gün önce sorduğumuz soruyu tekrarlayalım:
 Türkiye,  “Kürdistan”ı kendi elleriyle kurmaya  “ikna edilmiş” olabilir mi? 
Kararı siz verin şimdi!
 
BİTTİ





 
  Bugün 5 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol